28 Ekim 2010 Perşembe

Çok Özlemek

Öyle çok özledim ki kendimi. Öyle çok özledim ki yazmayı. Nasıl burnumda tüter oldu hayat. Nasıl kucaklayasım var kelimelerimi, kendimi.

Nasıl kalabalık her yer..Nasıl yoğun..Nasıl dop dolu ama "offff"..

Özledim kendime dönmeyi, durup durup düşünmeyi..Anlatmayı beni bilmeyen birine kendimi. Anlaşılamamyı. Karmaşayı ama içimdeki karmaşayı.

Size de olur mu?

Oralarda mısınız siz de? Oralarda çok kalabalık mı? Bunlar hep büyümekten mi? Hep mi? Siz de sıkıldınız mı? BU kadar ciddi mi sizin de hayatınız?

İşler mi var hep? Ofis? Masalar, sandalyeler. İnsanlar. O meşhur iş ilişkileri. İdare edilenler, şans eseri sevilenler...

Herkesin akıllı ama bir sizin deli olduğunuz yerler. Size doğal gelenlerin onlara tuhaf geldiği yerler, "ofisler". Kelimenin kendisi bile sıkıcı. Kutuyu andırıyor sanki kapalı bir kutu.

Neyse, aslında konu iş değil. Dönüp dolaşıp oraya gelmesinde bilinçaltı sanırım :)
Konu ben. Konu kendim. Konu hayat. Konu özlemler.

Görüşülemeyen dostlar. Onların sevgileri. Onları özlemek. Görüşülemeyen anneler, babalar, ablalar, tatlı bebekler, fındık burunlar. Onların büyümelerin ve senin uzaklarda olman.

Sonra yazının bir ana teması olmaması. Sıçraması ama olsun demek. Boşver yaz öylesine de olsa, yeter ki yaz. Fonda eskilerden şarkılar. Mesela şimdi Duman. Bazen Fikret Kızılok. Bazen başkaları. Onları da özlemek.

Hayatı hoooop diye yaşamak. Anlamamak bile. Ya da belki de budur demek. Ya da bu sorgulamanın hiç bitmemesi.

Hey millet görüşemediklerim, özledim hepinizi haber olsun...:)

sevgiler.

2 Eylül 2010 Perşembe

Sevdiklerimden

Bir kız çocuğu. Heyecanlı, ama çok. Hevesli, nerdeyse her şey için. Meraklı, aşık olan, çalışan, didinen.
Işıklar saçan etrafına, ışıl ışıl parlayan. Güzel ama kendini pek de güzel bulmayan. Dişleriyle başı dertte. Saçlarıysa bir içim su. Bırakın dışarısını içerisi pek şahane.
Bu kız benim en sevdiklerimden. Bu küçük kız çocuğu benim büyümeme şahit, ben de onunkine. Sevgimi rahatça verdiklerimden. Düşünmeden sevdiklerimden.
Büyüdü tabi şimdilerde. Güzel bir genç kadın oldu. Sevgileri var yüreğinde. Ben de varım hala biliyorum. Sadece çok dahil değiliz artık hayatlarımıza. Ama bildiğim en iyi omuzlardan biri hala.
Büyürken neler olduğuna gelince; o heyecanlı kız çocuğu yoruldu tabi. Zorlandı. Hırpalandı. Üzüldü. Sevildi ama yıpratıldı da. Hep mutluluk dağıtabileceğini sandı ama elindekiler tükenince kendine de kalmadı.
Bense hep izledim onu. Dertlerimi ona yandım hep. Ben de dinledim ve o hep sandı ki o daha çok anlatıyor benim hakkımı zaptediyor. Ama bilmedi ki onu dinlemek hep bana bir şeyler öğretti. Bilmediğim hayatları öğretti o bana. Görmediğim insanları. İçini anlattı bana. Bir insanın içi nasıl olabilirmiş onları gösterdi. Hep sevdi beni. Kahve yapmayı öğretti mesela.

Işığını kaybettiğini düşünmeye başlamıştım ki kendine geldi yıldız. Silkelendi. Hayat biraz daha gülümser oldu yine ve tabi o da. Şimdilerde daha mutlu zannımca. Ne ala :)

Ben onu hiç bırakamam gibi. Elimi bırakırsa yarım kalırım gibi. Ben bugünlerde biraz duygusal gibi. ..

31 Ağustos 2010 Salı

Neden?

Bazen nedenler, nasıllar anlaşılmaz olurlar. Neler oluyor ya? Nelerle uğraşıyoruz? Neden yani? Kim, kiminle, ne sebeple uğraşıyor? Neden bu mutsuzluk hali? Neyin derdindeyiz? Koskoca dünya işte yetmiyor mu size?

Eyyy insanoğlu sana seslenmekteyim; "yetmiyor mu?" Neyin derdindesiniz? Ben size bir şey söyliyeyim mi, bu böyle gitmez. Hırslarınız sizi yer bitirir. Bu yargılar bir gün döner sizi bulur, sizi vurur. Darmadağınık olursunuz. Sonra nedenler sizin etrafınızda döner durur.

İnandığım şey beni bunlardan dilerim korusun. Sizi de korusun. Korunmak isteyenler şemsiyelerini açsın. Kaçmasın sadece sığınsınlar sakince.

Sevgiler.

9 Temmuz 2010 Cuma

Yine Yeni Yeniden

Yeni bir dönem. Deli yoğun bir iş temposu. Değişen düzenler. Yeni umutlar. Ihtimaller. Kıskançlıklar. Nazarlar. Arkadaşlıklar. Yeni insanlar. Eskilerin şekil değiştirmesi. Her şey…
Yazamıyorum ya işte bunlardan sebep. Ama çok memnunum bu dönemden. Yeni şeyler öğrenmek her zaman güzel ve tabi stresli, mid ve bol baş ağrılı bir dönem. Olsun. Sıkılmaktan ve çürümkten çok daha iyi. -Benim için en azından.-

Ve sonra başka şeyler. Eski defterler mesela. Geçenlerde eski günlüklerimi karıştırdım ve inanılmaz şeyler gördüm. O kadar çok şey yazmışım ve bir çoğunu hiç hatırlamıyorum. Neler yaşanmış, ne bunalımlar, ne güzel anılar. Ama bir yandan da bundan 8 yıl öncesi, lise dönemi o kadar yakın geldi ki okurken. Sanki daha dün gibi. Ne ara o kadar zaman geçmiş ve ne ara ben bu kadar büyümüşüm. Hiç bir şey anlamadım. Anlamamışım ya da. Kendimi hala o döneme yakın hissediyormuşum meğer. Araya giren 5 yıl üniversiteye rağmen liseye nasıl yakın hisseder insane kendini. Heralde hala kendini üniversiteli sanıyorsa olabilir böyle bir şey.

11 Mayıs 2010 Salı

Yeniden doğar mıyız sizce?

Size de olur mu bilmem ama ben bazen, çok ciddi anlamda, bir kez daha dünyaya gelecekmiş gibi hissediyorum. Belki de öyle düşünmek istiyorumdur. Çünkü bazı şeyler çok tuhaf geliyor. Bu hayatta edinemediğimiz şeyler belki diğer hayatta bizimle olur. Maddiyat değil kastettiğim. Yani o da olabilir tabi, fena mı olur bir daha dünyaya gelsek ve zengin olsak. O başka ama esas olan ilişkiler üzerine. Yani benim durup düşününce aklımı kurcalayan konu bu. Mesela bir daha dünyaya geldiğimde abim olsa, ablam ya da kardeşim ya da hepsi. Mesela babamı tanıyabilseydim bir dahaki hayatımda.
Düşününce çok acımasızca gelmiyor mu size de? Yani bir hayat sunulmuş size ama siz o hayatta çok çirkinsiniz mesela ya da çok fakir, çok kısa ya da çok uzun, anneniz olmamış ya da babanız, evlenmemişsiniz hiç ya da sevgiliniz olmamış. Hiç sevişmemişsiniz mesela. Ya da hiç çocuğunuz olmamış ya da hiç yaşlanmamışsınız, yaşlanamamışsınız.
Yaşayamadığımız tüm duygular yaşayamadıklarımız olarak kalacak. Eksiklerimiz orada öylece dikilecek. Alaşağı edemeyeceğimiz gerçeklerimiz karşımızda dim dik duracak. Ve hayat bu diyecek yanımızda bir ses.
Ve öylesine tuhaf bir şekilde kabullenmişiz ki bu gerçeği. Durup düşününce nasıl ya diyor insan? Nasıl yani? Hiçbir alternatif yok. Bunu yaşayacağım ve bitecek her şey, öyle mi?
Belki de değildir.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Anneler ve Kızları

Hayır bu bir "anneler günü de yaklaştı" yazısı değil. Bu içinde bulunulan durum. Bu nerdeyse tüm anne ve kızların, tahmini içinde bulunduğu durumun bir dile gelişi.

Nerden başlasam? Nasıl anlatsam? Bilmiyorum aslında. Nasıl bir şey olduğunu gerçekten tam olarak bilmiyorum ama tuhaf bir ilişki bu. Çok seversin hani. Herşeyden çok, çoğu zaman. Ama sanki kızlar ve anneler farklıdır. Baksanızıa yazamıyorum bile. Mesela erkekler ve annelerinin ilişkileri hep başka türlüdür. Ya çok üzenleri vardır ya da sonsuz bir anlayış yumağıdırlar birbirlerine karşı.

Kızlarla tuhaf bir gerginlik vardır. Daha çok tartışılır anneyle. Seni tanısın anlasın istersin. Ama bir yandan da öyle sen çok çaba sarfetme bunun için o anlasın istersin. O da senin için mi aynı şeyi düşünür bilmem. Sen eleştirmeye gör alınır, kırılır, her şeyi en iyi sen biliyorsun kızım der, dağıtır herşeyi. Bu değildir ki senin istediğin başka bir şeydir. Büyüdükçe kavgalar edilmese de kadınca hisler artar ve laflar ve tripler daha can yakıcı hale gelir. Bazen üzersin onu bile bile, gözünün içine baka baka. Sonra bin pişman olursun, yataklar küçülür sığamaz, yorganlar büyür ayağına dolanır uyuyamazsın.

Hep daha iyisi olsun, onunla hep çocukluktaki gibi ol, elinden tut yürüken o sonsuz huzurla. Yıllar sonra sevdiğin adamın elinden tutarken hissettiğin o şeye benzer tek duygunun annenin elleri olduğunu anımsa, hüzünlen.

Haykırmak iste "seni seviyorum" diye. Ama olmasın, olamasın. Nedenini de hiç bir zaman tam olarak bileme. Neden tekrar o küçük kız olamıyorum diye düşün. Neden büyümek bu kadar acı veriyor bazen diye düşün. Sonra bir gün benimde bir küçük kızım olursa diye düşün. O da mı büyüyecek diye düşün. Düşün, düşün...

Belki de kızlar korkar, annelerinin kaderinde kendi kaderlerinin yansımasından. Belki aynaların kaderi yansıtmaması için duacıdırlar. Neyin hıncıdır içimizdeki bu enerji? Ya da sadece benimki...Bilmem. Bilemem.

Sevgidir yine de esas olan. Hep seversin onu, hep sever o seni. Sonsuza kadar...İkimizde toprak olana kadar. Belki topraktan da ötesi vardır, kimbilir?

26 Nisan 2010 Pazartesi

Yaşlıların önüne geçilmez özgürlüğü

Yaşlılar biz uyuz gençlerden kesinlikle farklıdır. Yaşlı insanlar tuhaf bir şekilde tüm dünyayla barışıktır sanki. Vapurda, otobüste hiç fark etmez herhangi bir yerde bir yaşlıyla yan yana gelecek olursanız o size soracak bir şeyler elbet bulur ya da isteyecek bir şey sizden. Bunu olumsuz bir şey olarak görenler vardır. Sıkılanlar, off puff edenler. Evet itiraf ediyorum ben de o uyuz insanlardan olabiliyorum bazen. Yani sıkılabiliyorum onlardan ve konuşmak istemiyorum. Ama artık değişiyorum sanki. Bende de bir konuşma isteği oluyor sanki, tuhaf. Ama burada sözünü edeceğim konu daha farklı.
Biraz önce düşündüm de değişik geldi. Yani hani bizler bir çok ortak özelliğimiz olsa dahi birbirimizle konuşacağız iki kelam edeceğiz diye ödümüz patlıyor. Burada bizlerden kasıt yaşça daha genç insanlar. Yani bir nemrutluk var bir çoğumuzda. Ama yaşlıları bir düşünsenize ne kadar özgürler bu konuda.
Sizi beğenseler konuşmaya başlarlar “ahh ne güzel kızlar değil mi Hümeyra, bak biz de böyle değimliydik bir zamanlar” gibi…
Ya da
- okuyor musun evladım,
- evet teyze ya da amca
- oku evladım oku, okumak gibisi yok, ekmeğini eline al, kocanın eline bakma
Gibi…
Ya da
- evladım şu otobüsün numarası kaç?
- 17 teyzecim
- Heee o değilmiş. Ah evladım işte gitti iyice gözler artık, yaşlılık çok zor gençliğinizin kıymetini bilin.
Gibi gibi devam edebilir bunlar. Ama özünde demek istediğim şu; bu insanlar sizinle sizden 10 kat özgürce dialoğa girerler. Çekinmezler, gocunmazlar. Biz kasım kasım kasılırken onlar rahtlıkla istedikleri her şeyi dile getirirler hatta bazen saygısızlık ettiğinizi düşünürlerse azarlayıveririler sizi. Hakları vardır çünkü sizden çok uzun süredir bu dünya üzerindedirler. Ve dediğim gibi çok daha özgürdürler.
Hadi azıcık yaşlanalım, hadi etraftaki insanları kaçırmayalım, hadi ne biliyim işte:)

19 Nisan 2010 Pazartesi

Kadın var, erkek var...

Kadın var ufak tefek, görsen çocuk dersin. Kadın var kendinden emin. Kadın var güzel sayılmaz ama kadındır ki o sevilir epeyce. Bu nasıl olur kadın bilmez.
Kadın var aklındakiler sınırsız ama aynı kadındır ki o kendi sınırlarla dolu. Aklı sonsuz özgürlüklere gebe, kendi yaşamadığı ve yaşamayacağı her şeyi kabul edilebilir görmekte. Bu nasıl bir çelişkidir ki aynı kadının bedeninde yer edebilmiş. İnsanın sonsuzluğuna inanır ki o tekdir der bildiğimiz kadarıyla hayat, eğer der gelmeyeceksek bir daha dünyaya. Ama tırmanmaz dağlara ya da çıkmaz sırt çantasıyla keşiflere ama aklı özgürdür, dolaşır sonsuzca tüm labirentlerde, onları keşfetmeye çalışmanın azmiyle.
Kadındır ki o hep bir şeyleri ve birilerini suçlar yapamadıkları için bugüne kadar ama durur sonra ve bir kabullenişle farkına varır eksiklerin yavaşça. Bu dünya der, ne büyük, ne sonsuz, ne uçsuz, ne bucaksız. Uçlar ve bucaklar birbirine karışır. Ve kadın erkeğe yaklaşır. Ve kadın bilir erkeği, sever, hayatına alır. Ama büyüme deva eder. Hayat devam eder. Dünya farklılaşır zaman zaman o erkekle bağlantılı olur bir çok şey. Ama sakın kaybetme sakın unutma kendini. Kendi halini der kendi kendine.
Kadın var öyle, kadın var böyle tıpkı erkek gibi. Çeşit, çeşit, renk renk…insan var. Sen varsın, ben varım.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Sıkılıyorum

Ben sıradan bir insanım ya da öyle olduğumu sanırdım ama sanırım benden de sıradanlar var. Ve ben sanırım onlardan çok sıkılıyorum. Kastettiğim hayatındaki yaşayışıyla ilgili değil insanların. Kastettiğim kafalarının içi. Fikirleri. Fikirleri ya da fikirsizlikleri sıkıyor beni.
Hani böyle kavga edesim geliyor bazen. Offf diyesim geliyor. Sıkılıyorum. Sakın birileri buraya aman tanrım ne kadar kendini beğenmişsin falan diye yorum yapmasın işte onlardan da sıkılırım çünkü bu dediğimi anlamamaktır.
Sıkılıyorum işte ne yapayım.

Kendine Dışarıdan Bakmak

Okuduğum kitaptan ilham aldım bu konuyla ilgili. Bir bölümünde bundan bahsediyor derinlikleriyle.

Kendimize gerçekten dışarıdan bakabilsek. Ama mecazi anlamda değil söylemeye çalıştığım, tam olarak maddi anlamda dışımıza çıkabilsek. Ayrılsak bedenimizden ve dışarı çıksak. Öylece izlesek kendimizi özgürce. Yorumlasak kendimizi diğerleri gibi. Acımasızca belki. Ama yapamayız bence, içimizdeki o ego izin vermez bize, izin veremez. İçimizdeki o şey bize izin veremez.

Sizce?

8 Nisan 2010 Perşembe

Tuhaf bir huzursuzluk hali...

Hissettiğim şeyi tam olarak tanımlayamıyorum.
Tuhaf bir huzursuzluk. Güvensizlik.
Yalan mı acaba'nın insana düşündürdükleri?

Yalan nasıl bir şey ki insanları böylesine hakimiyeti altına alabiliyor? Nasıl bir şey ki insanlar onsuz yaşayamıyor. İş hayatı, özel hayat hepsinde hep bir yerlerde olmak zorunda mı?

Saygısını yitiriyor insan yalanla yüzleşince.
Öyle tuhaf ki, kendini daha değerli görmeye başlıyorsun. Belki yanlış ama durum bu. Ben senden bir adım öndeyim çünkü ben hayatıma yalanı bu oranda sokmadım. Varsa da inanılmaz zararsızca var. Saplantı halinde değil. Her anım onunla geçmiyor.

Bazı işler var mesela yalansız yapılamaz. Siyaset gibi, reklam gibi ve bazı işler var yine yalanla yapılamayacak; bilim insanlığı gibi, öğretmenlik gibi. Ne tuhaf.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bilmem, sizce?

Yazabilmek, yazı bilmek, yazmak, yaz...yüzebilmek, yüzmek, yüz, yüzün, yüzüm...söylemek, söyle, söyleyebilmek...sevebilmek, sevmek, sevilmek, seven, sevilen, sevgili, sevişmek...
Dalabilmek, dalmak, dalak, dalmayak:), dalgalanmak, dalga geçmek belkide. Dar, daralmak, daraşmalık, dargın. Gitmek, gitmemek, gidememek, giden, gitmeyen, gidilen, git. Kalmak, kalamamak, kalamayan, kalan, kal.
Anlamak, anlamamak, anlamlı, anlamsız, anlaşılmak...


Nasıl yani?
Bilmem...öyle işte.
Sizce?

6 Nisan 2010 Salı

AMAN TANRIM 30’A ÇEYREK VAR VE BEN HALA YALNIZIM!

Şimdi ne olacak? 30 oluyorum şimdi ne olacak? Biri bana cevap versin. “Evde mi kalıyorum?” hani evlenecektik? Hani hayaller vardı? Birbirimizin düğününde göbek atacaktık? Ne zaman olacak bunlar? 30’a çeyrek var, ne ara olacak tüm bunlar? :)
Bu yakarışa ya siz sahipsinizdir ya da yakın bir arkadaşınız. Üniversite biterken yani 20li yaşların başında hayatınızda bir adam varsa ya artık evlilik yolunda ilerliyor olursunuz ya da genelde erkek bu durumdan yani “işin ciddiye binmesi” durumundan ürkerek ilişkiyi bitirir ya da karşı tarafın bitirmesini sağlar.
Ve biz 30’lara yaklaşan kadınlar hala yalnız isek bizi bir panik sarmaya başlar. Hele bir de çocuk sahibi olmayı planlayan bir kadın iseniz işte o zaman kafanız daha çok karışır. Çünkü etraftan “e ama evlen artık evladım bak daha çocuk yapacaksın yaşın geçiyor” gibi söylemler duymaya başlarsınız.
Off yani. Neden bunu erkeklerden ziyade kadınlar yaşar? Neden bunu da birçok şey gibi toplum ısrarla bizim omuzlarımıza yükler? Nasıl bir baskıdır bu? Hiçbir erkek duydunuz mu bu durumdan şikayetçi olan. Aksine onlara ısrarla her şeyi yaşa sonra evlen diye nasihatlar edilir. Aman tanrım ya bu nasıl bir çifte standarttır. Sana yaşama ona yaşa diye ısrar ederler. Ve sonuç olarak inanılma sağlıksız bireyler ve ilişkiler ortaya çıkar. Sonra da neden yürümüyor bu ilişkiler denilir. Evet abi yürümez tabi. Sonuçta eşit değiliz ki. Yani bize sunulanlar ve yasaklananlar eşit olmadığı için siz zincirleri kırmış bir kadın bile olsanız olmaz. Aşamazsınız bir yerde takılır kalırsınız, ilişki bir yerde takılır kalır. Ne fena.
Aslında gerekli midir her kadın için evlilik ya da aynı şekilde her erkek için. Değildir. Ama özgür bırakmıyorsunuz ki onları rahatça bir evleri olsun, yalnız ya da erkek arkadaşlarıyla mutlu oldukları sürece birlikte yaşasınlar. Olmuyor. İşin zor tarafı; anladığım kadarıyla siz büyüdükçe İlişkiden beklentileriniz de büyüyor. Dün bir arkadaşla sohbet ediyorduk ve bir saymaya başladı ki, aklınız durur :) benim önümden yürürken kapıyı açıp beklesine kadar geldi mevzuu :) artık gerisini siz tahmin edin:P ama gerçekten öyle büyümek, kadın gibi hissetmek falan giriyor sanırım artık devreye. O yüzden bu başka bir yazı konusu olacak sanırım :)
İşin duygusal kısmına gelince ise işte asıl önemli olan kısım burası. İşte o zaman hak veriyorum bazı serzenişlere. Çünkü şöyle gibi oluyor sanırım; yıllar geçiyor ve yalnız geçiyor. Bir sevgili olmayınca derdine ortak, sanki hayat hep onu bulmaya çalışmakla geçiyormuş gibi. Hayatı paylaştığın biri olduğundaysa dinginleşiyor hayat sanki. Her şey o demiyorum kesinlikle ama insanın hayatının oldukça büyük bir kısmını kaplıyor sanırım ve bu nedenle de insanı rahatlatan bir unsur oluveriyor yanıbaşındaki kişi.
Hani derler ya henüz evlenmemiş arkadaşlara; acele et iyiler erken kapılıyor diye :) Bu saçma lafa inanır oldum ya. Yani sanki gerçekten etrafta hayatı paylaşacak birileri kalmamış gibi :) yok canım o kadar değil, değil mi? :P

2 Nisan 2010 Cuma

Serzenişteeeeeeee...

Üniversite 3’teydim sanırım Vega’nın bu şarkısı çıktığında ya da 4 de olabilir.
“Biraz sev sakinleşir sevdiğinim ben işte,
Boş ver sev sakinleşir sevgilin serzenişte, serzenişşşteee…”
Bağıra bağıra söyler bir yandan da dans ederdim odamda. Geçenlerde tekrar dinledim bu sefer evimin salonunda bağıra bağıra söyleyip dans ettim :) çok keyifli bir şarkı benim için. Sözleri de bir yandan pek manidar. Nasıl manidar? Şöyle ki; hani böyle bazen trip yaparsınız sevgilinize, bazen bilmezsiniz bazen de bilirsiniz ki anlamsızdır ama olsun yine de yapmak istersiniz. İşte o zamanlarda istersiniz ki ya da ben isterim ki sevgilim de bana ilgi göstersin. Sevsin, sarılsın, sakinleştirsin. Ama olmaz, bizde öyle olmaz. Ben trip yapıyorsam sevgilim de derki; bu çok saçma, bu sence normal bir tepkimi falan, filan…eee ne olmuş yani? Her şey normal mi olmak zorunda? Değil. O an mantıkla yaşamıyorsun ki, sadece duyguların biraz karışıyor. Ne olur yani sayın çok gururlu ve ultra mantıklı aşıklar sevgililerine mantık dışı bir ilgi gösterseler.
Sizlere sesleniyorum trip yapıldığında mantıklı açıklama yapmaya çalışan diğer kişi; şarkının da dediği gibi, biraz sev sakinleştir sevdiğin o işte. Boş ver sev sakinleşir sevgili serzenişte…serzenişteee :)

1 Nisan 2010 Perşembe

40 Kural

Elif Şafak Aşk'ı okuduysanız belki bu 40 kurala tekrar göz atmak istersiniz. Bu inanç meselesinde çok söz her zaman tehlikelidir. Herkes aslan kesilebilir savunduklarıyla ilgili bir anda. Bu sebeple sadece okumak isteyenlere :)


1. Kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok, eğer, tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

2. Kural: Hak yolunda ilerlemek yürek işidir,akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun,omzun üstünde ki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol silenlerden değil!

3. Kural: Kur’an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonra ki batıni manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

4. Kural: Kainattatki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.

5. Kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği:
Bırak kendini, ko gitsin; akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

6. Kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.

7. Kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

8. Kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

9. Kural: Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

10. Kural: Ne yöne gidersen git, doğu,batı,kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.

11. Kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

12. Kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

13. Kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

14. Kural:Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

15. Kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

16. Kural: Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.

17. Kural: Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

18. Kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır

19. Kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

20. Kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

21. Kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

22. Kural: Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.

23. Kural : Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz. Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…

24. Kural : Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. Kural : Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

26. Kural : Kainat yek vücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.

27. Kural : Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

28. Kural : Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

29. Kural : Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.

30. Kural: Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez. Sufi kusur görmez kusur örter.

31. Kural: Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

32. Kural: Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!

33. Kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

34. Kural : Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

35. Kural : Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

36. Kural : Hileden,desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan!

37. Kural :Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.

38. Kural : Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık!
Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. Kural : Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. Kural : Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.

Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde..

24 Mart 2010 Çarşamba

Okumayı Sevmeyi Öğrenmek

Ben kitap okumayı ve kitap okumayı sevmeyi yeni yeni öğrenen birisiyim. Ne yazık değil mi? Bence de. Şimdi de sonsuz bir keyif ve mümkün olduğunca hızlıca kitap okuyorum. Bir kitabı okurken aklım hep bir diğerinde. Kaçırdıklarımı düşünmekten odaklanamıyorum bile bazen. Tabi bu konuda hakkını yiyemeyeceğim bir yöneticim var, kendisi benden kitap danışmanlığı için ücret istese yeridir yani. Daha önce hiç onun kadar kitap okumuş ve bu işi boş boş değil de hakkını vererek yapmış biriyle tanışmamıştım sanırım. Yazarları yorumlayabilen, çeviriden yayınevine kadar her konuda bir fikri olan bir kitap kurdu kendisi. Benim anladığım şudur; etrafınızda muhakkak böyle biri olmalı. Sizi yönlendiren birinin olması yolu bulmanızı kolaylaştırıyor kesinlikle.
Gelelim benim hissettiklerime. Evet önceden de kitap okur ve çok keyif alırdım bu konuda hiçbir şey değişmedi ama o zamanlar şöyle olurdu; çok güzel bir kitap okur sonra bir boşluğa düşerdim çünkü sıraya neyi koyacağımı bilemezdim. Ve öylece aylar geçerdi. Kitap okunmamış aylar. Şimdiyse daha tuhaf bir takipçi oldum. Daha çok araştırıyorum. Merak ediyorum hatta istiyorum ki bir yöntem olsun ve kitapları direk beynimize aktarabilelim ama sonra düşünüyorum onları okurken sakin sakin ağzımızda bıraktığı o tat bir çok şeyle değişilmez o yüzden vazgeçiveriyorum o fikirden.
Sonra tuhaf bir şekilde herkesle okudukları şeylerle ilgili sohbet etmek istiyorum. Ya da ben onlara anlatmak bak bunu muhakkak oku ve sonra ne düşündüğünü bir konuşalım demek istiyorum. Ve eğer birileri bir şeyler okumuyorsa onlara hemen başla hemen başla demek istiyorum. Yoo hayır ukalalık gibi değil, kaçırmaması için. Benim gibi sonradan çok pişman olmamamsı için.
Ben pişmanım, bu güne kadar çok az okuduğum ve bu alışkanlığımı geliştirmediğim için çok pişmanım. Artık darısı bizim çocuklarımızın başına. Okumayı sevmelerini diliyorum.

23 Mart 2010 Salı

Ateşböcekleri

Siz hiç ateş böceği gördünüz mü? Görmediniz mi? :) ben çok gördüm hatta şimdi canilik olduğunu düşünsem de çocukluğumda onları şişelere doldururdum hep. Tabi suç ortaklarımla birlikte.
Çok sıradan bir şey gibi sözü geçen ama bence mucizevi olan pek çok şey var sanırım hayatta ya da bana öyle geliyor bazı şeyler. Ateşböcekleri mesela. Tam olarak öyleler yani tam olarak mucizeviler bence:) dalga geçmiyorum bir daha düşünsenize. Uçuşan minik bir böcek. Kara sıradan bir böcek geceleri bir anda ışık saçan bir varlığa dönüşüyor. Yanıp sönen, seni adeta peşinden sürükleyen. Yakala beni, yakalasana diye sana göz kırpan bir mucize.
Çocukluğumda çırçırın başındaki şu kocaman çınar ağacının oralarda peşinden koştuğumuz ateş böcekleri geliyor aklıma. Yaz akşamlarının vazgeçilmez oyunu. Anneler banklarda sohbet ederken biz de böceklerin peşinde helak olurduk. Belki de bizi uyaran birileri vardır bilmiyorum hatırlamıyorum da ama düşünüyorum şimdi ben görsem böcekleri yakalamaya, bir şişenin içine tıkmaya çalışan çocukları uyarmadan edemem sanırım.
Ne güzeldir ya ateş böcekleri keşke tekrar görsem. Neredeler şimdi? Siz görebiliyor musunuz? :(

17 Mart 2010 Çarşamba

Kariyer, mariyer hepsi yalan...

Kariyer, iş hayatı, yükselmek, yerinde saymak, kurumsal hayat ya da kendi işini yapmak. Aman tanrım ya. Nereye kadar? Ne için? Para için. Hayatta kalmak için beklide. Ama para için sonuçta. Daha çok para kazanmak ve o paraları daha da rahatça harcamak için çok para istiyoruz. İşin özü bu gibi. Ama sorsanız derdimiz mutlu olmak aslında çok para kazanmak o kadar da önemli değil. Yok ya sanırım yok öyle bir şey. Sonuçta para yoksa gezmek yok, yeni kıyafetler, ayakkabılar, yeni şehirler, ülkeler yok. Yok işte. Ve yoksa da mutluluk yok sanırım. En azından anladığımız tanıdığımız başka bir mutluluk yok.
Çok sıkıldım gerçekten çok sıkıldım. Evet iyi kazanıyorum ve evet belki bir çok insana göre çok az çalışıp kazanıyorum ve bunu sevmemek nankörlük. Evet belki de öyle ama benim bir şeyler yapmam lazım yoksa çatlayacağım. Ama anlamlı bir şeyler yapmak istiyorum bir işe yarayan şeyler olsun istiyorum.
Sanırım iş değiştirmem şart ama ortada bir iş de yok. Ne yapacağımı bilmiyorum? O kadar çıkmazda hissediyorum ki? Bu yolun beni nereye götüreceğini hiç bilmiyorum. Hani şöyle olsa, sevdiğin ve çok yoğun çalıştığın bir işin olsa, iş hayatında sinirlerini bozan şeyler olacaktır elbet ama en azından bir konuda bir şeyler söylemeye hakkın olur. Dersin ki ben bu kadar çalıştım bu kadar emek verdim. Ben bunu istiyorum diyebilir insan. Ama yok işte ben sanki lütfedilmişçesine buradayım. Daha ne istiyorsun diyor baktığım yüzler. Şunu biliyorum ama ben; istediğim bu değil. Bir şey yapmamak, bunun farkında olmak, insanların bunun farkında olması beni mutlu eden şeyler değil. Bu bir dönemdir belki diye düşünmek istiyorum belki diyorum değişir bir şeyler. Belki diyorum önemli atfedilen işler yaparım ben de bir gün ve tamamlarım kendimi en azında o anlamda. Aslında ne komik ben sadece aynı paraya daha çok çalışmak istiyorum :) daha çok öğrenmek. İnsanlar dışarılarda bir şeyler yapıyorlar, deli gibi çalışıyorlar, yoruluyorlar, paralarını hak ediyorlar ve çoğu daha fazlasını hak ediyor. Ne tuhaf.

15 Mart 2010 Pazartesi

Kadın Olmak

Geçenlerde bir arkadaşla laflıyorduk, bu güzel sohbet esnasında kendisi kadın olmak başka bir şey ya dedi. Kadın olabilmek. Doğuştan gelen, içten gelen bir şey bu dedi. Onun kadın olmaktan kastı; dişi olmak esasında:) ve bu noktada doğru söylüyor aslında. O tuhaf bir şey. Topuklular üzerinde adeta dans edercesine süzülenler, o koca çantaları kollarını askı gibi kullanarak önde tutanlar, göğüslerini bir nimetmişçesine öne çıkaranlar vs. vs. ya gözümüz yok diyeceğim kısmen yalan olacak:P yani gözümüz var aslında ya da gözümüz kayıyor aslında. Alenen dalga geçerken içten içe de “abi aslında çok kibar görünüyor bir de bana bak” diyoruz sanki biz de diğer sınıf kızlar olarak.
Ama ben kadın olmak kısmına başka bir açıdan daha yaklaşacağım sanırım. Öyle bir şey ki bu kadın olmak; zor bir şey özetle. Mesela güzel olacaksınız ama bu o kadar kolay değil. Var sayılım ki doğuştan gelen bir güzelliğiniz var. Yetmez. Bakımlı olacaksınız. Sevmek ya da sevmemekle ilgili değil bu. Bakımlılığın çok ciddi kriterleri var mesela. Manikür, pedikür, makyaj, cilt bakımı, saç bakımı, boya, kılık, kıyafet, kaş, bıyık, bacaklar var da var. Bunları yapmazsanız belli camialara kabulünüz pek mümkün değil. Mesela kadınlar birbirlerinin ellerine bakarlar özenle. Makyaj malzemeleri hakkında konuşurlar. Bilmeniz gerekir onları da. Off bir de parfümler var. O da ciddi bir kültür meselesi kadın camiasında. Sonra kıyafet markaları var bilmeniz gereken. Kısacası bu topluluk öyle kolay kolay kendinizi kabul ettirebileceğiniz bir topluluk değil. Belli kuralları var. Neyse diyelim ki bu kurallara ayak uydurabilen türde bir kadınsınız yine de işiniz bitmez. Mesela şöyle söylemler oluşur. Güzel ama bakımsız olabilirsiniz ya da bakımlı ama pek de güzel değil aslında, o kadar makyajı bana yap bak ne oluyorum (bu genelde ev kadını söylemi). Sonra işiniz ve zekanız sorgulanır, sonra genel kültürünüz. Okuduğunuz okul. Bunlarda da yeterli olmanız önemlidir. Mesela hem güzel hem de başarılıysa bir kadın bu sefer de çok düşmanı olur. Hem de kendi hemcinslerinden yana. Neyse diyelim güzelsiniz dediğim gibi bu defa zekanızdır mevzu bahis olan. “Çok güzel ama çok aptal.” Woowww ne büyük olay. Diyelim ki çok zeki ve başarılı bir kadın var ve o kadar da güzel deil ya da toplumun kabul ettiği güzellik anlayışının biraz dışında güzel. İşte o zaman da o kadının “çirkin” olduğu için başarılı olduğu sonucuna varılır.
Bir başarı kriteri daha vardır. O da edindiğiniz koca. Diyelim ki güzelsiniz kocanız da başarılı, tamamdır. Bu sizi başarılı yapar. Ama burada bir noktaya dikkat çekmek gerekir o da o evlendiğiniz erkeğin başka hiçbir kriterinin bir önemi yoktur. Yakışıklı mı? Değil mi? Zeki mi? Dürüst mü? Paralı ve başarılıysa sorun yok. Ama o paranın ya da başarının hangi yollardan edinildiği bile çok önemli değildir genelde. Mesela o erkeğin bakımlı olması da gerekmez. Makyaj derdi zaten yok. Çantasının bile olması gerekmez. Yanında taşıması muhakkak olan şeyler yoktur çünkü, parfüm, ayna, göz kalemi vs. manikür, pedikür, kaş, ağda problemi de yok. Özel gün ağrıları yok. Ayda 2 gün yatakta kıvranmaz mesela o erkek. İşyerinde de işini iyi yapsın yeter. Ekstra tutunma politikalarına ihtiyacı yoktur ne de olsa.
Erkek olmak diye ayrı bir derdi hiç yoktur mesela. Dişi olmak gibi yani? Seksi olmak. Hem bakımlı, hem zeki, hem güzel, hem hem hem….
Bizim kadınlar olarak yapmamız gereken o kadar çok şey var ki. Kendimizle ilgili şeyleri bir yana bıraksak bile ev var bir kere, işin yanı sıra bir evi de çekip çevirmeniz beklenir sizden, kadınsınız ya. Çocuk yaparsınız onun sorumlulukları yüklenir omuzlarınıza. Bu kısımları henüz pek tecrübe etmedim o yüzden çok girmeyeceğim ama etraftan gördüğüm kadarıyla çalışan kadınlar ev dışı çalışmalarına rağmen evdeki tüm sorumlulukları da çok büyük oranda tek başlarına yüklenmiş durumdalar.
Bunları yapmalı aynı zamanda sekse, kendilerine, sanata, kültüre de zaman ayırmalılar. Dolu dolu kadın olmalılar. Kadın dediğin böyle olur çünkü. Kadı dediğin süper olmalı.
Boş verin ey kadın milleti, siz süper kahramanken onlar hala erkek süper kahraman yaratsınlar boş verin. Boş verin sizden mükemmelin üzerinde bir şey olmanız bekleniyor boş verin. Siz canınız nasıl isterse öyle devam edin yola. Tırnaklarınızı inatla tırnak makasıyla kesin mesela, hiçbir parfüm markasının adını bilmeyin, hacı şakir sabun kokun. Almayın onların sevdiği kıyafetleri. Boyamayın saçınızı. Neyse işte ya da yapın hepsini kısacası keyfinize sorun onlara değil.
Zordur kadın olmak –her anlamda- kıymetini bilin :)

25 Şubat 2010 Perşembe

Bazıları Yalan Söyler

Ben yalan söyleyemem ve söyleyebilenlere de hayret ederim çoğu zaman ama şuna gerçekten inanıyorum “yalancının mumu yatsıya kadar…” olmuyor yani bir şekilde fark ediliyor, ortaya çıkıyor. Olduğunu sananlar karşı tarafı kafaladığını sananlar ise büyük bir yalanın içinde çırpınıyorlar esasen. Çünkü şöyle bir gerçek var ki, yalan söyleyemem ama tüm söylenen yalanları sezebilirim. En çok da sezdirmediklerine sananlara gülerim için için. Bu konuda gerçekten iyiyim :) ama belli etmem. Anladığımı hiç mi hiç belli etmem. Demek ki karşı taraf öyle olsun istiyor derim. Susarım. Hiçbir şey demem. Ama bilirim. Hiç kuşkunuz olmasın bilirim. Bu güne kadar bence doğru söylemiyor dediğim ve bilemediğim çok nadir şeyler olmuştur. Sonra ne olur? Sonra şu olur; bir kere bir insanın bana yalan söylediğini fark ettikten sonra o kişiyi bir yere koyarım ve o orda kalır. Ama şu değil yani o kişiden nefret ederim ya da onu hayatımdan çıkarırım hayır bu değil sadece onu bir yere koyarım işte. Hani bilirim ki o kişi yalan söyler ya da başkasına söylediği yalandan ziyade bana da yalan söyler. Tamam işte budur yani. Yaptığım şey bilmektir. Bilirim, anlarım. İddialıyım. Ama en çok da bu durumun bana oldukça komik geldiğini bilmelerini isterdim :) Komik görünüyorsunuz yalan söyleyen arkadaşlar. Komik :)

Bir Rüya

Bir rüya. Sadece bir rüya bile insana ne çok şey anlatabilir ki bana dün anlattı. Çok zor bir geceydi, resmen kabustu. Dün gece rüyam o kadar gerçekti ki sabah hala etkisinden çıkamamıştım. İşyerine geldiğimde gerçekten rüyamıydı yoksa yaşadım mı diye düşündüm defalarca.
Evden uzak bir yerlerdeyim. Sanırım iş için. Eve geliyorum ve sevgilime beni kimle aldattın diyorum? İlginç, sanırım bir yerden duyuyorum. O da biraz kararsız kaldıktan sonra elindeki bir tahtaya –o ne alaka onu hiç bilmiyorum- 3 isim yazıyor. İkisini hiç önemsemiyorum ama 3.sü tanıdığım biri ve deliriyorum. O saatten sonra yaşadıklarımı anlatamam. Nasıl diyorum ya nasıl olur. O anda karşımdaki bambaşka bir adam oluyor gözümde. İğreniyorum, nefret ediyorum. Ve daha önce attığım o palavradan laflar aklıma geliyor. Affedilebilir ya, herkes hata yapabilir. Bir anda hiçbir şey bitemez falan yalan oluyor gözümde. Sanki bir güç bunu anlamam için bana bire bir yaşatıyor. Sürekli ağlamak istiyorum ama ağlamıyorum da. Sadece çok sinirliyim. Arada nefesim tıkanıyor. Bir ara iş yerine geliyorum. Müdürüme ben izin bile almıyorum çıkıyorum belki de istifa edeceğim diyorum ve çıkıp gidiyorum. Salak gibi dolaşıyorum etrafta. Sonra bir ara o geliyor yanıma. Tavrı çok sinir bozucu abartıyorsun der gibi davranıyor. Ama öyle pişman olma durumu falan yok ya da öyle bir davranış yok. Sadece gitsin istiyorum ve işte o an anlıyorum ki bir insan başka bir insanı hiç gözünü kırpmadan öldürebilir. Bunu o kadar net hissettim ki. Bir silah almalıyım diyorum bir yerden silah bulmalıyım. O an elimde olsa öldüreceğim belli. Kendime şaşıyorum uyandığımda. Sonra en son sahnesi gibi filmin şöyle bitiyor kabusum, “mahvettin her şeyi” diyorum, “bütün güzel şeyleri mahvettin, artık eskisi gibi hissetmem mümkün değil sana.” O an bitiyorum sanki. Ölseydi diyorum daha iyiydi. Onu böyle kötü hatırlayacağıma ölseydi diyorum :(
Çok fena, sevdiğin adam için bunları dilemek ama yaşadığım his çok kuvvetliydi. Korktum. Çok korktum.

19 Şubat 2010 Cuma

Bütünün Bir Parçası

Çok güzel bir kitaptı. Kitabı anlatmak istiyorum ama hangi cümlelerle anlatabileceğimi bilmiyorum.
Dışlanmışlık, asosyallik, topluma karşı olmak ya da toplumun genellemelerine karşı olmak. Sevgiye de bir nevi karşı olmak ama sonunda anlamak sevgiyi de. Kıskanmak, haksızlığa uğradığını düşünmek. Hastalıklı bir hayat. Hastalıktan kasıt hem fiziksel hem ruhsal bir hastalık. Çocukluktan itibaren var olan bir hastalık durumu. Bu hastalıklı hayatın ortasında bir çocuk sahibi olmak. Oradan oraya zıplayan bir kitap. 700 sayfanın içinde sanki 5 kitap okumuş gibi hissediyorum kendimi. Güzeldi ama. Keyifli ve bir çırpıda okunabilen bir kitaptı.

18 Şubat 2010 Perşembe

Pamuk Annem

Annem onu tanıdığımdan beri ilk defa çok güzel kokuyor. Daha doğrusu o iğrenç kokudan kokmuyor. Sigara. Annem sigarayı bıraktı ve dün onu öptüğümde aldığım koku mükemmeldi. Cildi değişmiş, pamuk gibi olmuş. Ağzından gelen o iğrenç koku yok artık. Bütün vücuduna sinmiş olan o iğrenç koku yok. Bu kadar güzel olabileceğini düşünmemiştim. Annem o kadar çok o kokuyla bütünleşmişti ki artık o öyle sanıyordum. Ama şimdi pamuk olmuş :)

16 Şubat 2010 Salı

Güvenmek

Güven, güvenmek nasıl bir şey? Neden güveniyoruz insanlara? Sinirliyim bugün. İçimdeki siniri atamıyorum. Birini seviyorsun sonrasında doğal olarak güven geliyor. Güvenmeden, sevmeden yaşayabilir miyiz? Bilmiyorum ama kimse göründüğü gibi değil onu biliyorum.
İnsanlar bazı şeylere nasıl cesaret edebiliyorlar ben gerçekten anlayamıyorum. Aklım yetmiyor. İnsanın özeli vardır mesela. İki kişi bir şey konuşur ve o iki kişiye özeldir bu. Bir üçüncü dahil olamaz. O iki kişinin haberi ve onayı yokken hiçbir şekilde dahil olamaz.
İster annen, ister can ciğer dostun, ister eşin, ister sevgilin, ister çocuğun olsun, olmaz. Olmaz ya dahil olamazsın. Olursan hırsızlık yapmış olursun. Benim duygularımın hırsızlığını yapmış olursun.
Bana ayıp etmiş olursun. Güvenime yazık etmiş olursun.

2 Şubat 2010 Salı

Gökdelenler

Şehrin uzunları da diyebiliriz onlara. Uzun boylarıyla sıyrılıverirler karmaşanın içinden göklere. O heybetlerine rağmen sessiz ve dingindirler sislerin içindeki başlarıyla. Yüzlerce ses, nefes barındırırlar içlerinde. Kimi zaman nefessiz bırakırlar içinde barınanları. Gerçek dünyaya kapalı bir atmosfer yaratırlar. Dışa açılacak bir pencereleri bile yokken içe açılanlarda neler vardır? Neler yaşanır?
İçerdekiler ve dışarıdakiler. İçerdekileri gizler gökdelenler. Dışarıdakileri dikizlerken. Onlara kapılarını açmaz, istemezse. Bırakmaz içerdekileri dışarıya.
Güneş batarken kışları gökdelenler ışıldamaya başlar kibirle. İçerdekiler terk ederken bir bir içeriyi, uzunlar yalnızlığı yaşar karanlıkta kalarak. Ama öyledir ki yalnızlıktan doğan kibirleri, karanlıkta da hep aydınlıktır bir yanları.
Sen gökdelen de olsan sevmez birileri seni. Sen büyük de olsan sevmez birileri seni. Büyüklük, mevkii ya da para değildir sevdiren seni. Büyüksen kork asıl kendinden, sana yüklenen büyüklüklerden kork. Çünkü o zaman yalandır etrafındakilerin sevgileri, ilgileri ya da her neyse.

29 Ocak 2010 Cuma

Okuduklarım, izlediklerim nereye gittiniz?

Bazen önceden okuduğum bir kitabı düşünüyorum ya da izlediğim bir filmi. Sonra bazılarını hatırlayamadığımı fark ediyorum. Acaba diyorum dikkatli mi izlemedim ya da iyi okumadım mı? Bilmem belki de. Sonra şunu farkediyorum bir de. Şimdi diyorum okusam o kitabı eminim başka şeyler düşünürüm. Başka şeyler hissederim. Ya da diyorum şimdi gitsem o filme acaba nasıl olur.
Aslında sanırım biraz şununla ilgili; öğrendiğin her şey, tanıştığın her yeni insan, ve tabi okuduğun her yeni kitap ya da izlediğin her yeni film yeni bir şey katıyor. Bunlarda başka biri olmanı sağlıyor. Ve sen başka biri olmuşken izlediğin filmlerden ve okuduğun kitaplardan tabiki başka bir anlam çıkarmaya başka bir tad almaya başlıyorsun.
Sanırım durum bu.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Üzgünüm biraz

Böyle hani bir şeyleri değiştirmek istersin ya ama elin yetmez. Düzelsin istersin. Herkes böyle mutlu el ele kırlarda koşsun oynasın falan:) Tamam saçmaladım.
Ama gerçekten şu ara beni fena halde üzen bir durum var. Böyle hani istiyorum ki elim yetsin. İstiyorum ki iki kafayı alıp birbirine vurabileyim ve kendinize gelin diyebileyim. Bu böyle bu da böyle diye anlatabileyim. Bazı özelliklerini değiştirebileyim.
Ama olmuyor işte. Bir türlü olmuyor.
Biliyorum çünkü o köşeye sıkışmışlık hissini. Biliyorum nasıl bir acı olduğunu. Sarılmak istemeyi ama onun artık bir yabancı olduğu fikrinin nasıl ağır geldiğini biliyorum.
Unuttum sanıyordum bu hisleri ama unutmamışım. O hisleri hatırladım en baştan. Gözlerinde gördüm arkadaşımın. Ama yapacak bir şey yok demenin ne zor olduğunu biliyorum. Kabullenmenin ağırlığını. Ama hayat bu işte...Bizi biz yapan bunlar malesef.

26 Ocak 2010 Salı

YÜZLER

Dünya üzerinde nasıl bu kadar farklı yüz olabilir. Nasıl bir ressamdır ki yüzleri yaratan böyle bir şaheseri ortaya çıkarabilmiştir. Sadece kendi çevremizi bile düşünsek her biri birbirinden farklı yüzlercesi var. Ve dünya…ırklar, renkler, büyük burunlular, küçük yüzlüler, boynu olmayan insanlar, gözleri çökük ya da patlak olanlar…ve bunların binlercesi, bunların minyonlarca versiyonu. Aman tanrım!
Bir yazı okuyordum ve bu konuyla ilgili yazmak istedim.
Yüzlerle ilgili.
Yüzümüz mesela. Kendi yüzümüz. En tandık belki de en yabancı olduğumuz.
Düşününce belki de en az gördüğümüz yüzlerden biridir kendi yüzümüz. Aynayla çok da haşır neşir olmayanlardansanız hele yüzünüz sizin midir yoksa ona sizden çok bakanların mı? Muamma.
Kendimize yabancı olmak da bunun içinden mi geçer acaba?
İlk paragrafta bahsettiğim konuyla ilgili şöyle bir şey geçiverdi aklımdan. Milyonlarca yıldır dünya üzerinde sayısız uygarlık oluşmuş ve tabi sayısız insan yaşamıştır. Sayısız yüz. Yüzler. Bu yüzlerin şimdi tekrar var olduğunu düşündüm. Tekrar aynı yüzlerle karşı karşıya olduğumuzu. Ruhları farklı ama aynı yüzler. Ya da ruhları da aynı ama sadece unutmuş yüzler ve tabi ruhlar. Geçmişi unutmuş yüzler ve de ruhlar. Ne tuhaf! Mesela bir Hitit kızıydım belki bir zamanlar ya da Fransız bir şair. Neden olmasın? :)
Siz kimdiniz acaba? :)

19 Ocak 2010 Salı

Haksızlık_Hrant Dink

Hiç birimizin ertesi gün evinde uyuyacağı garanti değilken neden kavga edip dururuz bir birimizle? Eşimizle, annemizle, sevgilimizle…Belki de bu gece onları son görüşümüz olabilecekken, neden?
Nedir engel olamadığımız duygunun adı?
Hırs?
Kıskançlık?
Nefret?
Dünyada onca acı, onca haksızlık, onca boş yere ölmüş, öldürülmüş insan varken biz nelerle cebelleşiyoruz? Bir dursak bir düşünsek. Biraz kendi dünyamızın dışına çıksak. Mesela bugün 19 Ocak. Bundan 3 yıl önce İstanbul’un orta yerinde birinin hayat arkadaşı, kendi deyimiyle vücudunun diğer yarısı, birilerinin canı, babası, birilerinin abisi, birilerinin can dostu öldürüldü.
Onu muhtemelen neyi neden yaptığının bile farkında olmayan birilerinin oğlu, birilerinin kardeşi, birilerinin canı öldürdü. Neden? Nedeni üzerine açın bakın bugünkü tüm gazetelerde onlarca tahmin ve iddia var ama ben bu kısmından ziyade nasılındayım. Nasıl olabilir diyorum kendi kendime. Bir insan neleri işiterek görerek büyümüş ola ki şahsen tanımadığı, muhtemel yazılarını bile okumadığı birine böyle bir nefret besleyerek yolun ortasında o kişinin canını almayı kendine hak görebilsin. Birilerinin canını, sevdiğini, babasını hayatından etmeye cesaret edebilsin. Nasıl bir şeydir bu? Nasıl bir algıdır?
Peki ya diğer taraftan insan bu haksızlığı nasıl hazmeder? Onun eşi, oğlu, kızı, dostu olarak istemez mi aynısını yaşatmayı. Aynı acıyı hissettirmeyi. İntikam dedikleri o kuvvetli duyguyu hissetmez mi insan? Nasıl dizginler kendini? Nasıl durur durduğu yerde? 3 yıl geçmesine rağmen hala devam eden bir mahkemenin varlığını nasıl sindirir insan? Çok zordur eminim.
Bu acı insanı katil eder. O adamların sırıtan yüzünü görmek insanı kanser eder. Hiç tanımam kendilerini ama bana bu ailenin saygıyla dim dik durmaya çalışan halleri bile çok asil geliyor. Helal olsun demek istiyorum en kaba tabiriyle.
Benim buradaki derdim Ermenilik, Kürtlük ya da Türklükle ilgili değil. Benim buradaki derdim insanla, insanlıkla ilgili. Zaten temelinde Hrant Dink’in de –okuduğum kadarıyla- söylemek istedikleri genelde insan olmakla ilgiliymiş. İnsan olabilmekle. Politikaları askıya alabilmek, kardeş olduğumuzun farkına varabilmekle ilgili. İstesek de istemesek de ayrılamayacağımızı anlamakla ilgili. Zenginleşmemizin tek yolunun affetmekle ve yola deva edebilmekle ilgili olduğunun farkına varabilmekle ilgili.
Daha fazla affedilemeyecek hareket yapmamakla ilgili. Ama ben bir şey yapmıyorum ki ben kendi halimde yaşıyorum dememekle ilgili. Birileri gelip yolun ortasında birilerinin canını almayı kendine hak görebiliyorsa bunun sorgulanacak bir tarafı kalmamış demektir. Her ne olursanız olun ister milliyetçi, ister soykırım yanlısı, ister komünist, ister feminist, ister hümanist, bu ülkede yaşıyorsanız bu ülkede yaşayacaksanız farkına varmalısınız artık bir şeylerin. Artık bu ülkede bir şeylerin değiştirilmek zorunda olduğunun farkına varmalısınız. Durup düşünmeli ve destek olmalısınız. Olmalıyız.
Çünkü böyle giderse bir gün ne olursanız olun, kim olursanız olun sizin de babanız o kaldırımda üzerinde gazetelerle uzanıyor olabilir. Bence korkun bence korkun ve farkına varın. Yaşama özgürlüğümüzün olmadığının farkına varın. Birinin sırf düşünceleri, fikirleri birilerinin hoşuna gitmiyor diye keyfice öldürülebildiği bir ülkede ne kadar tehlikede olabileceğinizi bir düşünün. Çocuklarınızı, sevdiklerinizi, geleceği bir düşünün. Düşündüyseniz de durun ve bir daha düşünün.
Kabul edin, affedin. Yeniden başlamaya cesaret edin.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Sebepsiz Ağlama Krizleri

Bazen hiç bir sebep yokken içinden ağlamak gelir insanın. Gelmez mi? Gelir. Surat asmak gelir. Dünya üzerine üzerine geliyordur. Nedendir bilinmez. Dünya neden seni seçmiştir üzerine gelmek için bilemezsin. Neden her şey çok iyidir onu bile bilmezsin. Neden her şey çok iyi olduğu halde için dopdolu olur zaman zaman?
Hormonlar…belki de. Belki de tek sebebi kadın olmak ve hormonlardır. O zaman sevgili hemcinslerim nedir bu hormonlarımızın bize çektirdikleri?
Buna rağmen var mıdır kadın olmaktan bu sebeple vazgeçmek isteyen. Pek sanmam. :) Belki fazla kendini beğenmişlik ya da daha doğrusu cinsini beğenmişlik gibi gelecek ama “çok güzeldir kadın olmak”. O ayrıcalığın farkına varmak güzeldir.
Ancak kadınsanız ya da kadın olabilirseniz anlarsınız, kadın gibi hissetmenin ne olduğunu ve kadınların ne istediğini.
Neyse sözün özü bana ara ara öyle ağlama krizleri gelir. Sebepli sebepsiz. Bazen sebepli bazen sebepsiz. Neden ağladığını bilmeden ağlamak çok tuhaftır. İçin sıkılır, daralırsın. Bir yerden hır çıksa da ağlasam diye yer ararsın ama çıkmazsa da koy verirsin kendini ve ağlarsın bağıra bağıra bazen.
Tuhaftır ya da değil.

5 Ocak 2010 Salı

2010'da da yazmak

2010’da da yazacak bir şeyler bulur muyuz? Bence buluruz :)

Yazacak bir şeyler bulmak. Yazmak, ne güzel. Köşe yazarı olmak. Ama hangi köşe, ne köşesi? Yaz köşesi, kış köşesi?

Gazete köşesi, blog köşesi, defter köşesi ya da not defterinin kıyısı, köşesi :)
yazmak işte, kıyıya ya da köşeye farketmez, bir yerlere yazmak sadece :)

Mutlu yıllar, mutlu yazılar :)

Kıskandım

Dün klasik bir holywood filmi izledik. “Marley and me”. İşte öle bir film ama asıl mevzu o filmin insanda uyandırdığı kıskançlık hissi. Gerçekten çok sinir bozucu ya. Genç ve evli bir çiftimiz var. İkisi de gazeteci. Mükemmel bir evde yaşıyorlar. En küçük evleri bile bahçeli falan süper. Bir köpekleri var ve filmin sonuna kadar 3 çocukları oluyor. Ve işin tuhaf tarafı tüm şartlarına rağmen aslında bunun hiç de kolay bir hayat olmadığı fikri var. Yani sizinki de kolay değilse biz ölelim madem.
İş saatleri gayet esnek. Kadın 2.çocuğu olacağını öğrendiğinde işi bırakabiliyor mesela. Ohh ne ala.
Ya bir de bizim hiçbir zaman öyle evlerimiz ve öyle bir hayatımız olmayacak ya. Ama mevzu oradaki lüks değil, gerçekten. Mevzuu bahçeli bir eve sahip olabilmenin burada nasıl bir lüks olduğu.
Tabi bir yandan da izlerken bir köpeğe sahip olmanın nasıl bir zorluk olduğunu da daha çok anlıyor insan. Hiç kolay bir şey değil ya. Hayatını ona göre organize etmen lazım. Uff yani bence çok zor. Ben kendi hayatımda daha kendime yeterli yeri açamıyorum. Kaldı ki köpekle o derece ilgilenicem falan. Uff çok zor iş ya. He ama güzel mi, güzel. Mesela dün filmin sonunda köpek öldü ben de başladım ağlamaya.  Çok üzücüydü ama.

Parmaklarımı çıtlatmamın cazibesi

Vücudunla ilgili özgürce yapamadığın şeyler vardır. Ne zordur!
Mesela belin rahatsızdır eğilemez, kalkamazsın. Şişman olduğunu düşünüyorsundur rahatça yemek yiyemezsin ya da şeker hastasısındır yine istediğini yiyemezsin.
Mesela ben şimdi parmaklarımı çıtlatmamak için büyük çaba harcıyorum. Çünkü çıtlatınca ağrıyorlar çok, ama içimde engel olamayacağım bir çıtlatma isteği oluyor. Aklım sürekli parmaklarımda. Bazen unutuyorum bazen de amannn nolcak ya bir şey olmaz diyerek çıtlatıveriyorum ama sonrası hiç hoş olmuyor .
Bir de soğan yemeyi çok severim ben. Salatada ya da yeşil mercimek yemeğinin yanında. Offf ne de güzel olur kuru soğan. Ama sonra yediğim tüm o soğanlar midemi oldukça kötü şekilde yakarlar.
Yani evet kötü bir şey yapıyorum ama bu anlattıklarıma ulaşmak için içimde hissettiğim güç çok daha çekici. Evet sonucun kötü olacağını biliyorum ama onu yapmamak için de kendimi tutamıyorum ya da tutmuyorum diyelim.
Bunlar küçük şeyler peki ya diğerleri. İnsanın hayatında kendini engelleyemediği ama sonucunun aslında kötü olacağını bildiği şeyler. Ve o şeylere koşarak gitme durumu!
Mesela sigaranın üzerinde yazan uyarıları bir dakika olsun düşünüyor mudur o paketi alan kişi? Ya da sevgilisini aldatmak üzere olan erkek ya da kadın o anki cazibeyi görmezden gelebilir mi? Bunu başarabilir mi?
Ya da bunu görmek ister mi?
Bir gecelik ilişkileri yaşayanlar zaten bilmez mi yarın o adamın yanında olmayacağını ya da zaten umurunda mıdır acaba olup olmayacağı?
Ben bağlanmayı seviyorum. Bana ilkel gelmiyor. Sıcak geliyor, insan geliyor. Ben aynı adamı deli gibi özlemeyi biliyorum sadece ve onu yapıyorum.
Ondan ayrılırsam bir gün, o, ya da ben ayrılırsak, onun için yas tutmayı biliyorum. Başkasını sevememeyi, başkasının elini tutmayı bile düşünememeyi biliyorum. Bunlar yaşadıklarım ama doğru olanlar anlamına gelmez bunlar. Ben böyle yaşıyorum. Sakin, durgun. Ama huzurlu. Doygun. Rahat.
Tıpkı ellerimi çıtlatmamın beni hasta edeceğini bilmeme rağmen bunu yaptığım gibi bazıları da canının acıyacağını bile bile yaşıyorlar sanki hayatı. Bu insan olmaktır belki de kim bilir. Canın yanmadan anlayamazsın belki de yaşadığını. Kendini gerçekleştirmektir.
Ama özetle diyeceğim şudur; yaşıyorsan göze alacaksın acı çekmeyi de. Eğer bir karar veriyorsan sonuna kadar arkasında olacaksın madem.