22 Aralık 2009 Salı

Üşümek ve Üşümeyenler

Kış. Soğuk hava, yağmur, don. Donmak ve ben. Aynen öyle.
Kış gelince ben hep üşürüm. Aslında ben yazın bile üşüyebilenlerdenim. Düşünün artık
Yani evet belki biraz fazla üşüyor olabilirim ama burada yazmak istediklerim hiç üşümeyen insan topluluğu. Bu konuya değinmek istiyordum, ofiste de konu açılınca tamam dedim tek değilim. Benim kadar üşümeyen yöneticim bile üşümeyen insanlardan konu açınca tamam dedim bunu yazayım ben.
Kendimi bildim bileli üşürüm ben. Kimisi kansızlıktan der, gider test yaptırırım bir şey çıkmaz. Kimisi az yemekten der, denerim çok yediğimde de üşürüm. Kimisi psikolojik der onu hele hiç anlamam. Kısacası soğuk havalar benim için kabus. Hele hem soğuk hem yağmur varsa oooo çıkarmayın beni sokağa mümkünse.
Buna rağmen koskoca 5 yılımı soğuk havasıyla meşhur, buz gibi Eskişehir’de geçirdim ben. Nasıl mı? Şöyle; bir kere lahana gibi giyinirdim. Atlet, tşört, ince swit, hırka gibi. Sonra dışarı çıkarken kalın kabanım, onun içinden tüm boynumu ve yüzüm kapatan atkım, berem ve tabiî ki ultra kalın eldivenlerim. Dışarıda beni görenler yüzümden değil –çükü yüzüm görünmezdi- kıyafetlerimden tanırdı.
Bu durum hiç değişmedi. Yani şunu demek istiyorum ben lisedeyken de böyleydim. Yani hani o dönemler en çok beğenilmek istenilen dönemlerdir ya işte benim için o zaman bile üşümemek hep daha önemli oldu. Nasıl göründüğüm değil nasıl üşümediğim önemliydi.
İşte doğal olarak etrafımdaki üşümeyen insanlar benim için bir muammaydı hep. Onları algılamam o kadar zordu ki yani hala çok zor. Nasıl oluyor da benim soğukta kalan tek yerim olan gözlerim bile için için üşürken o insanlar incecik bir montla, hatta göbeği açık kıyafetlerle bile gezebiliyorlar? Hem de atletsiz İşte sayın okurlar benim gibi üşüyen bir insanın bunu anlaması inanın çok zor.
Geçen gün öyle çok da üşümeyen bir arkadaş durumu şu cümleyle özetledi: “Allah Allah senin kadar üşümüyor olmak suç mu ya?” dedi ve evet benim jeton birazcık düşer gibi oldu. Doğru onlar öyle demek ki ama neden ben değilim. Bu duygunun adı aslında tam olarak kıskançlık sanırım.
Neden onlar üşümüyor da ben deli gibi üşüyorum?

Bazıları hikayeleri çok sever

Bazıları hikayeleri çok sever. Öyle sever ki kendinin de bir hikayesi olsun ister. Öyle ister ki bu hayatının yegane amacı oluverir. Bir hikaye edinebilmek için çabalar, çırpınır durur.
Kimisi bir peri masalı ister. Ben seveyim, o aşkımdan ölsün, dağlara vursun kendini Ferhat misali. O kadar sevileyim ki gözlerim görmez olsun. Olsun olmasına da o görmezlik gerçek hayata da yansıyıverir. O istenen hikayeler hiç de istendiği gibi olmaz.
Çocuklarıma anlatayım diye yaşanmaz çünkü hayat. Sen yaşarsın olay kendiliğinden örülüverir. Sen yaşarsın acılar hop seni ele geçirir. Sen yaşarsın bir bakmışsın ummadığın bir aşk seni buluvermiş.
Kimisi kahramanları öyle sever ki onlar gibi olabilmek için, onlar gibi görünebilmek için çabalar durur. Ama olmaz…olmaz işte. Siz özendiğiniz gibi olmazsınız, olamazsınız. Yapay durur olmaz. Sadece siz olursanız, içinizden geldiği gibi olursanız belki o zaman bir kahramana benzetilirsiniz. Ama bunu da yine siz değil başkaları söyler ya da öyle olmalıdır.
Ah bir farkına varabilseniz, ah bir anlayıp da sadece yaşasanız, ne güzel olacak…

16 Aralık 2009 Çarşamba

Artık Hiçbir Şey Öğrencilikteki Gibi Olamayacak

Dün servisle eve dönüyorum. Camdan bakınıyorum tabi bir yandan. Bir baktım camın arkasında iki arkadaş telaşsızca yürüyorlar. Kılık kıyafetlerinden belli muhtemelen üniversiteliler. Aman tanrım o anda beynimde daha önce de defalarca olduğu gibi bir şimşek çakıverdi, bir daha hayatım hiçbir zaman üniversitede ki gibi olmayacak, olamayacak. Offf..işte bu çok fena içime oturdu. Bunun nasıl bir his olduğunu mezun olalı birkaç yıl olmuş olan herkes çok iyi bilir.
İş hayatını dedikleri şeyi hiç sevmezsiniz. Yıllarca beklediğim, özgürlüğü sağlayan –maddi özgürlük- hayat bu muymuş dersin? Yani hani her şey çok güzel olacaktı? Hani ya? Hayat neden bu kadar zormuş ki? Eskişehir güzeldi. Para azdı ama onu sen kazanmadığın için her şey daha kolaydı. Saatlerin tamamen sana aitti. Özgürlük ne güzel bir şeymiş ya.
Gündüz vakti arkadaşlarınla dışarılarda olmak ne güzel bir şeymiş. Nasıl kıymet bilmek gerekirmiş. Nasıl da farkında değilmişiz ya.
Mesela Eskişehir’den gelirdim tatillerde ya da aslında var olmayan, keyfice kendi yarattığım tatillerde. Buradaki arkadaşlarla buluşurdum. Esen’le, Hiko’larla görüşür. Bir şeyler içer hayattan bahsederdik. Sonra eğer Elif’le aynı dönemde İstanbul’daysak Kadıköy’de buluşur, bir bira içebileceğimiz bir yere gider. Kılı kırk yararak o yaşımıza rağmen büyük tecrübelerimizi anlatırdık birbirimize. Aman tanrım, ama ya ne büyük keyifti o anlar. Ne güzel günlerdi gerçekten. Moda’ya giderdik bol bol. Nefes alırdık. Şimdi o bile bir iş sanki. Ne tuhaf hiçbir şey aslında eski tadında olamıyor.
Mesela en basiti gündüz dışarıda olma isteği ne kadar tabii değil mi? Evet öyle ama olamıyorsun işte. Sadece insanların vıcık vıcık olduğu hafta sonların var ki bir çok insanın hafta sonu tatili bile yok.
Yani gerçekten okuldan sonraki deneyimin bu kadar tatsız olduğunu önceden bilebilse insan sanırım o okulda daha fazla kalabilmek için sonuna kadar uğraşır. İnsan ömrünün ya da en azından benim ömrümün en güzel yıllarıydı okul yılları. Üniversite ve hatta lise de dahil bu yıllara.
Tabiî ki ömrün her dönemi farklı heyecanlara gebe. Ama okul sonrası dönemde heyecandan çok sorumluluk içeren bir sürece girilmesi yorucu. Gerçi ben sorumluluktan kaçan bir insan olmadım hiç ama yine de zor behh…
Şimdi evliyim. Belki 3-5 yıl sonra bir de çocuğum olacak. Nasıl ya? Yani gerçekten ne ara büyüdük? Ne ara Elif’le yalnız başımıza Kadıköy’e gitmez olduk. Ya da neden ben artık birilerine gidip, annelerinin yaptığı kekleri yiyip o akşamda orada uyumuyorum? 

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kabusum Sayılar

Sayılar neden bu kadar zor? Yani her anlamda diyorum, neden benim için bu kadar zorlar? Kelimeleri ne kadar seviyorsam sayılardan o kadar kaçıyorum. Ne kadar denersem deneyeyim olmuyor olmuyor…bir çok şeye kafam basıyorken devreye sayılar girdiğinde tam olarak bir aptal oluyorum. Oradan estağfurullah falan dediğinizi duyar gibiyim ancak durum bu ne yazık ki.
Mesela ortaokuldaydım sınavlar var o zaman Anadolu liseleri için annem de bana özel ders aldırıyo falan tabi matematikten. Uğraşınca yapıyorum ama pratik sıfır. Yani kafadan bişeyleri hesaplamak, bu en basit işlem bile olsa benim için mümkün değil…ve inanın ki ben bu duruma çok ama çok üzülüyorum. Bir ara cidden ders mi alsam diye bile düşündüm. Bana birileri bu pratik matematiksel şeyleri öğretebilir mi diye…
Ben alışverişlerdeki indirimleri bile hesaplayamıyorum %’deler benim için bir kabus. Çarpmak, bölmek, oran hesaplamak Tam bir kabus kısacası.
İlkokula başlamadan annemin işyerine giderdim. Oradaki doktorlara falan resimler çizerdim, Vildan Teyze vardı (doktor) anneme dermiş ki; “bu kız çok zeki okula bir başlasın zehir gibi olacak” dermiş. Annemse sonraki okul hayatımı şu cümleyle özetler; “bu kız okula başladı o zehir zeka birden duruverdi.” Ama insan çocuğunun tahsil hayatını böyle özetler mi yahu, çok acımasız değil mi ama kadın sayılarla olan anlaşmazlığımı gördükçe bunu söylemekte sonuna kadar haklı. Çenem kadar sayısal zekam olsaymış bir çok şey daha kolay olurmuş sanırım benim için.
Sayları sevmek istiyorum, bir yardım eli yok mu?

26 Kasım 2009 Perşembe

Yeni Blog

Selam,
Bir blog neyine yetmez bre zındık, diyebilirsiniz haklı da olabilirsiniz ama işte ikinci deneme "amatör bakış". Filmler.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Güzel bayır, çirkin bayır, bizim bayır…


Ben ilkokulu bitirene kadar Eyüp’te yüksek bir tepede geçirdik hayatımızı. Eve gitmek için çıkılan bayır öyle böyle değildi. E tabi bir de çocuğum, öyle düşünün. Her gün okul çıkışı annemle eve dönüyoruz tabi kütük gibi olan sırt çantamı annem taşıyor. O bayırı minik minik adımlar ve annemin hadi kızım hadi söylemleri eşliğinde çıkardım her akşam.

Sonra tabi bir de gezmeye gitme fasılları vardı. Diyelim ki birine gittik. Dönüşte de saat geç oldu ve o kişinin arabası var Allahım nasıl mutlu olurdum “sizi eve bırakalım” teklifi gelince. Çok uykum olsa da o bayırı arabayla çıkıyor olmanın keyfi bir başka olurdu. Babama ısrarla araba alalım derdim. Babam da araba alacak paramız olmadığını söylerdi. Bizim bayırın yarısına geldiğinizde Rüstem vardır. Herkes onu öyle çağırır küçücük çocuktuk ama biz de Rüstem amca falan demezdik, “Rüstem” derdik. Atları vardı ve tabi at arabası. Ben de hep babama bu sebeple at abrası da mı alamayız baba derdim. Güler geçermiş tabi bizimkiler ama bilmezler tabi nasıl özenirdim Rüstem gerine gerine o -“güzel”-, ultra bakımsız at arabasıyla yanımızdan geçerken.

Ekmek almak tabiî ki en olmaz işti o bayırda. Annem yalvar yakar göndermeye çalışsa da genelde sonuca ulaşamazdı pek, pis inatçıydım. Sonuç olarak zavallı annem giderdi bakkala. Şimdi çok pişmanım. Keşke hep ben gitseymişim de o omuzlarda görünür hale gelen yükler biraz azalsaymış.

Bizim bayırın çok keyifli olan birkaç özelliği de vardı. Mesela bizim arkadaşlarla -ki bunlardan biri bizim puck- yukardan aşağı deli gibi koşardık bazen. Çok ciddi adrenalindi aslında. Bir de o bayırda don oynardık, hani şu yakalamaç gibi olan ama biri seni yakalayacağı sırada kolları bağlayıp donulan oyun. Sonra bir başka arkadaşın gelip sana dokunup ateş der de çözülür kaçmaya başlarsın. Offf ne zevklidir o oyun da. Neyse bu oyunu tabi yine bizim bayırda oynuyoruz. Aşağı doğru ebe olmayacağım hışmıyla koşarken ayağın takılıp bir yere düşersin, ki ondan sonra o dizler yana durur. Ve tabi o yaralar yaz boyu geçtikçe tazelenerek yerinde kalmaya devam eder. Kabuk kabuk diz yarasıyla oynanmamış çocukluğa çocukluk demem ben.
Bir de erkekler futbol oynardı mesela. E biz de bir şekilde bulaşırdık o oyuna da. Onda da topun aşağı kaçma durumu vardı tabi. Top hızla bayırdan aşağı yuvarlanırken, siz de ondan daha hızlı olma umuduyla peşinden koşarsınız. O arada top mu koşar siz mi yuvarlanırsınız, kim koşan kim yuvarlanandır belli olmaz.
Bazen çok favori koşanlar vardır mesela hep onlar gönderilir topun peşi sıra ve o çocuklar nasılsa yakalar topu genelde. Önüne geçiverir bir anda ve durdurur topu. Kahraman edasıyla yukarı çıkar ağır ağır ve oyun hızla devam eder. He tabi aşağıdan biri geliyorsa topa vurur, yukarı yollar, o tabi tadından yenmez bir durumdur artık. Alkışlanır bazen o şahsiyet.

En keyifli şeylerden biri de kardır tabiî ki. Ben çocukken güzel kar yağardı. O bayır bembeyaz karlar altında kalır ve tabi okullar tatil olur. Biz bütün mahalle dışarı çıkarız off anneler, babalar, çocuklar kayan kayana. Dim dik bir bayır düşünsenize kıvrımları da var tabiî ki. Süzüle süzüle inersin aşağı kadar. E tabi bir de çıkışı olur o inişin ama olsun güzeldir yine de. Poşetler mi dersiniz kaymak için, uzun merdivenler mi… süperdi. E tabi ben çocuğum bana süper ama o zamanlar bilmezdim annemlerin sabah işe giderken kaymamak için bin bir yol denediklerini.

Bayırda hatırladığım maceralar bunlar ama görüntüsünü es geçmiş olurum burada kesecek olursam yazıyı. Arnavut kaldırımı denilen taştandı mesela bayırımız, güzel görünürdü yani görünürmüş ben sonradan farkına vardım. Sonra güzel bir kadının vücudu gibiydi kıvrımları. Dikti, asiydi ama yumuşaktı dönemeçleri. Sonunda varılan mahalle de küçük ve şirindi. Kocaman bir çınar ağacını barındırırdı içinde ama gizliceydi biraz yeri. Aralara girmeniz çeşmenin -ki biz ona çır çır derdik- oraya gitmeniz gerekirdi. Düşünsenize dip dibe sürekli akan bir çeşme ve kocamaann bir çınar ağacı. Güzeldi, güzelmiş…
Yıllar sonra Seyit amca ki kendisi bizim mahallenin en eskilerindendi, yürümesi kolay olsun diye o arnavut kaldırımı taşlarını söktürüp asfalt yaptırmıştı bayırı. Aslında zevkli adamdı da, ama belki o da pişman olmuştur sonradan. Çirkinleşti bayır. Siyah bir yılan gibi oluverdi. Estetikten uzak. Sonra birkaç yıl önce mahalleye uğradığım da gördüm sefalet içinde oralar. Çeşme kurumuş nerdeyse ve çınar ağacının görkemi kalmamış. Uyum sağlamış etrafına. Ayşegüllerin eski evleri rezil, sefil üzülmüştüm çok üzülmüştüm. Çocukluğumdaki hiçbir şey eskisi gibi kalmamıştı onu gördüm ama bilmem şimdi de çocukların dizleri yara olur mu o bayırda? Ya da bir kahraman kurtarır mı aşağı kaçan topları?

21 Kasım 2009 Cumartesi

Neymiş huzur?

Her şeyi bilmeyin, her şey mükemmel olmasın. Herkesi sevmeyin mesela. Herkes de sizi sevmesin. Bazı şeyler vardır sadece olan. Var olan. Var olanla, olan aynı şeyler midir? Değildir.
Etrafınızdakilerle itişip kakışmayın desem içi boş kalıcak, ama demek istediğim daha başka bişey. Huzur aslında biraz. Huzur neyle gelir derseniz? İşte o biraz karışık daha doğrusu değişken. Herkese göre başka. Kimisi didişerek bulur huzuru o zaman didişin ne ala. Ama bi durun, daha doğrusu durmayın ve ısrarla yaşayın ve tecrübe edin ki bilelim neymiş huzur, nerdeymiş?
Huzur, tuhaf bir kelime aslında. Hani sanki sakinlik mi demek huzur. Ya da sakinlik tam olarak nedir ki? Sanırım huzuru biraz deşmek lazım.
Nedir yani; sakince dinlenmek? Alışveriş yapmak gönlünce? Çocuk sevmek? Uyumak? Uyanmak? Durmak, hiçbir şey yapmamak? Çok şey yapmak? Kanıtlamak? Takdir görmek? Sevdalanmak? Dağılmak?
Hangisi?
Var mı böyle bir şey? Yok sanırım. Tam cevap bende de yok. Ama çekip gitmek mi diye düşünüyorum bazen ve sonra yine çok klişe bir yere geliyorum; kendinle birilikte nereye kaçacağın fikrine.
Hopp döndük dolaştık ve iç huzura mı meylettik yine? E sanki öyle gibi.
Allah olabilir mi huzur? Allah olduğuna inanmak, öbür dünyaya inanmak. Hopp bi dakika, o zaman ana kelimemiz inanmak mıdır yoksa? İnanabilmek. Savrulmamak mıdır? Yoksa cehalet midir cidden huzur? Düşünmemek, karıştırmamak mıdır?
Vicdan olabilir mi? Vicdan rahatlığı, iyi insan olma fikri huzuru mu getirir beraberinde?
E ama ben o kadar çeşit iyi insan gördüm ki? Yani şu daha doğru olucak sanırım kendinin iyi olduğunu düşünen o kadar çok insan gördüm ki. Koskoca bir kandırmacanın içindeyiz mesela bu konuda da. Evlerimizde oturup en yakınlarımızla “iyi insanım ben” terapisi yapıyoruz hepimiz. İkna ediyoruz bir birimizi. Yani aslında hepimiz iyiyiz ama sadece o tecavüzleri yapan, cinayetleri işleyen insanlar kötü di mi? Çünkü öyle adaletsiz bi dünyadayız ki birileri süper iyi yaratılmışken birileri de süper kötü. Gerçekten inanıyo musunuz buna?
Huzur o insanların yaptığı tüm eylemlere ters bişeyse temelde yok mu onların hayatında sizce huzur? Mümkün mü böyle bişey?
İnsan ak ve kara mı yani? Dünya ak ve kara mı? Tek renk mi? Mümkün mü bu tenlerimiz bile bir sürü renkken nasıl yüreklerimiz iki renk olsun koskoca dünyada.
İyiler ve kötüler.
Huzuru bulanlar ve bulamayanlar.
Bu durumda iyi insan değilsiniz kusura bakmayın. Telkinlerden de sıyırın kendinizi. İçinizde en az ak kadar karanız da var. Tüm imalarınızda, tüm dedikodularınızda, tüm sevgilerinde, tüm yardımlarınızda, tüm acımalarınızda. Hepsinde görebilirsiniz karalarınızı. Akları görmeye gerek yok zaten. Onlar da tıpkı kelimeler gibi bulur zaten yolunu.
Şimdi huzuru bulalım, bir partide, bir bakkalda, bir dudakta, bir içte. Sizde. Sizin içinizde. Bir akta, bir karada.
Huzurlu günler. Sevgiler.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Kelimeler akar...

Aslında harfler dökülürken kağıda kendi yollarında ilerler. Kendi yolunda ilerler..yazanın yolunda ilerler. Kimisi betimlemedir mesela, kimisini karmaşa, kimisini dinginlik, kimisini vesaire vesaire tanımlar. Akar gider kelimeler kendi yolunda.
Mesela yazarken yapılan kelime tercihleri…onlarda yazanla bağlantılıdır. Geçmişini niteler. Kelimeler casustur aynı zamanda. Nereye gider, nerden gelir, kimdir…fısıldar aslında duyan kulaklara.
Kelimelerdir dolu dolu anlatan tatil anılarını ya da aya çıkıp da neler yapacağımızı.
Bilimdir kelimler, sanattır, felsefedir.
Şiirdir en önemlisi. Duygudur yani.
Ve tabi küfürdür, cehalettir.
Tanımlamadır tüm bunlar, tanımlar bizi ve sizi. “Sayın” der kimisi, kimisi “canım”. Mesafedir kelimeler. Mesafesizliktir, samimiyettir, samimiyetsizliktir.
Nefrettir, beladır.
Aşktır.
Acıdır. Ölümüdür sevdiğinin. “Ciğerim yanar”dır kelimeler.
Amadır, belkidir.
Aşağılamaktır kelimeler, aşağılanmaktır. “Ne işe yararsın ki sen”dir.
Acımaktır kelimeler, “yazık”tır. Acımaya haykırmaktır. “lanet olsun”dur.
Akıp gider kelimeler kendi yolunda.
Ve bazen yoldan sapar kelimeler. Üzendir, kahredendir. Duvarlara çarpıp çarpıp geri döner kelimeler. Dibe vurandır. Offf diyendir.
Allah’tır kelimeler. Yücedir. İnsandır. Sadece şevkattir. Yazandır. Yazanın ruhudur.

17 Kasım 2009 Salı

Modern hapishaneler – İşyerleri

Neden hapishane olarak niteliyorum ki işyerlerini? Şöyle ki; evet elbette çalışıyoruz, çalışmak durumundayız ve bu emek sonucunda hayatta kalabilmek için bir miktar para kazanıyoruz. Ama olaya biraz daha başka bir yerden bakmaya çalıştığınızda işyerleri aslında modern hapishaneler diyebiliriz.
Hangimizin yaptığı iş gerçekten her anı dolu dolu olan ve çalışılmayan bir an bile olmayan bir iştir ki. Yani şunu demek istiyorum. Her sabah genel olarak 6 gibi kalkan çalışan sınıf, hiç sekmeden işyerlerine gidiyorlar. Bir önceki gece ister çocuk sabaha kadar uyumamış olsun, ister sabaha kadar başınız ağrımış olsun siz o dört duvar arasında olmak zorundasınız. Bu da yetmez eğer bir gün izin kullanmak istiyorsanız bunun haklı bir izin olduğuna ilgili ya da ilgisiz herkesi inandırmanız lazım yoksa durduk yere güvenilmez kişi oluverirsiniz.
Neyse sabahları gideriz işyerlerimize, sonra akşama kadar işin yapısına göre ya masa başında ya da başka türlü işimizi yaparız. Diyelim ki o gün öyle bir gün ki 4 gündür deli gibi çalıştınız ve o gün bir işiniz yok, ters gidebilecek bir durum da yok, bütün gün öylece duracaksınız o masada, o duvarların arasında. Başka bir şansınız yok ki. Siz oradaki saatlerinizi satıyorsunuz çünkü işyerine. Ne kadar verimli olduğunuzu değil. Ben daha az sürede bu işleri halledebilirim sonrasını da bana verin deme şansınız yok. O zaman şöyle diyebilir büyük patronlar. O zaman daha fazla iş yap. Sana daha fazla iş verelim. Yani sen iyi iş çıkardın için bir nevi tekrar işle ödüllendirilirsin.
Ne tuhaf…
E bu durumda. Şöyle bir sonuç çıkıyor. Akşam çok kötü bir gece geçirmeme rağmen her sabah hiç sekmeden işime geliyorum. Ve hiç sekmeden her gün aynı saatte evime dönüyorum. Hiç sekmeden derken mesailer olabilir tabi ama onlar olacak tabi ki. Onlar işin bir parçası.
Peki şuna ne dersiniz ben de hayatın bir parçasıyım ve öylece bensiz akıp gidiyor dışarıda. Bense her çalışan gibi modern hapishanemin lüks duvarları arasında vakit dolduruyorum hem de kendi vaktimi, ömrümün vaktini. Buna ne demeli?
Diyelim günlük sadece hafta içi halledebileceğiniz insani bir işiniz var. Kaç çalışan bunun için izin isterken mide krampları geçirmez. Off ya nasıl söyleyeceğim elektriği açtıracağımı? Ya da nasıl halledeceğim şu çocuğun okul işini? Ne tuhaf. Bazıları sizden süperman ve women olmanızı bekliyor. Hem sabahtan akşama kadar iş yerinde durmalıyım, hem işlerimi izin almadan halletmeliyim hem de mümkünse hiç hasta olmamalıyım. Hele yorgunluk falan hiç olmaz o iş.
Yani özetle işiniz olsun ya da olmasın siz o duvarların arasındaki saatleriniz satıyorsunuz iş verene o yüzden hiçbir yere gidemezsiniz, üzgünüz.
Size iyi çalışmalar.

9 Eylül 2009 Çarşamba

SEL ve Şehitler

09.09.09 Halbuki bu sabah tarihe baktığımda ne güzel bi tarih diye geçirmiştim içimden. Ama diilmiş, göründüğü gibi diilmiş. Kötü başladı gün ve kötü bitti. Dün zaten Trakya fena durumdaydı sel berbat etmişti heryeri. Bugün de İstanbul gitti. 30 kişinin öldüğü haberi geldi. Tırlarda uyuyan tır şoförleri uykularında öldüler. İnsanlar durup dururken sabah işlerine giderken yolda resmen "ölüverdiler". bu kadar basit işte, bu kadar ucuz hayatlarımız. Suçlu aramak diil amaç ama o insanların ailelerinin acısını ne hafifleticek? Ne hafifletebilir? Ben hazmedemezdim gibi geliyo, elden bişey gelmez evet ama zor işte çok zor.
Sel bi yandan ezip geçerken bi yandan da şehit haberleri geldi iki gün ard arda:( bu acı hele öyle tarifsizdir ki. Çözülebilecek bi sorun uğruna birileri birilerini öldürüyo. Muhtemelen en az, ölenlerin ilgisi var olaylarla. Yani en az onlar biliyo işin iç yüzünü. Neden bu savaşın bitmediğini, neden vatan sağ olsun diye diye öldüklerini. Çocuklarını vatan sağ olsun diyerek toprağa veriyor hep, nedense hep "fakir" olan aileler. Neden gerçekten, zenginlerin hepsi mi okumuş hepsi mi kısa dönem yapıyor askerliğini. Neden hiç o koca güneş gözlüklü aileler yok cenazelerde. Nasıl oluyor bu ya? Nasıl oluyor gerçekten bunu merak ediyorum, bir bilen varsa aydınlatsın beni de! Benim tahminim biliyorlar ki eğer "onların" çocuklarını alırlarsa ve "onların" çocukları şehit olursa belki demiycekler vatan sağ olsun diye. Belki hesap sorucak birileri, paralarıyla hatta belki...

Neyse ne...ama benim bugün içim acıdı. Gördüğüm bi çok şeyden ötürü. Kötü bi gündü bugün, kötü bi tarih 09.09.09.

8 Eylül 2009 Salı

Daralmak

Daralmak, evet genelde daralırım ben. Ciddi söylüyorum havalarla bi ilgisi yok ben genelde daralırım. Neden, çünkü enerjisi düşük biriyim ben. Yani öyleymişim! Çoğu insan söyler bunu bana. Hatta bazen bunun annemin bana hamileyken çok da mutlu olmayışına kadar vardırırız bazen. Yani benim yüzümden akar mutsuzluk. Mesela ben gayet normal öylece dururum ve yanımdakiler der ki, "noldu bişey mi var" "yooo" derim ben de genelde.
E bunu benim için zor zor olmasına da aslında etrafımdakiler için daha zor galiba. Yani sevgilim, annem, arkadaşlarım falan işte...Yani işte enerjisi düşük bi insanım ben bunu kabul ediyorum ve bu kabullenmişlikle değiştirmek de istiyorum kendimi.
İnternette bakındım da bi sürü şey önermişler bu enerji düşüklüğüyle iligili, yani benim bu daha ana rahminde oluştuğunu düşündüğüm durum için baya konular yapılmış, kafalar yorulmuş internet dediğimiz mecrada.
Neler demişler:
1-Spor yapınız -tabi canım ne demek, yahu ben eve gelince yemek yerken bile yoruluyorum:) hangi spor hangi parayla, hee tabi evde plates yapan insanlar da var ebru şallı vcd'si eşliğinde ancak yazının başında da dedim ya ben zaten onlardan değilim. -
2-Gelelim 2'ye ki bu muazzam, sabah kahvaltı yapmadan evden çıkmayın. -tabi tabi ne demk hiç dert diil 6:45'te yataktan anca çıkıyorum hangi ara o altın öğün olan kahvaltıyı edicem acaba?-
3-Pozitif olun -ya iyi de mevzuu bu zaten Nasıl? yani ben negatifim bunu da açık açık söylüyorum. Eğer bi gün değişirse çok mutlu olucam ama olmuyor.
4-Kendinize vakit ayırın - ohhh yehh..süper fikir de, işte sihirli soru nasıl? :) Mesela benim hayatım sanki sürekli bişeyleri bekliyomuşum, bi yerlere yetişicekmişim gibi geçiyo. Amma velakin bi yere de varamıyorum. Bu hissin sebebini anlayamıyorum. Sanki hep bişeylerin zamanı gelmemiş gelicekmiş gibi. İşte böyle yani özetle enerjim düşük benim.
Mesela iş hayatı ya da belki de benim iş hayatım bilmiyorum ama bence çok enerji tüketen bir şey. Hee yok yanlış anlama olmasın her gün madenlerden kömür çıkarmıyorum ya da sırtımda taş taşımıyorum. Ama enerjimin tükendiği kesin. İşini aşkla yapanlardan değilim. Yani kastettiğim sanatçı ya da özel yetenekli olmamakla ilgili bu. Sıradan bi çalışanım işte para için çalışan sıradan bi çalışan.
Şimdi gelin de bu enerji düşüklüğüne bi de bu açıdan bakalım.
Çalıştığım yerde şu an neden çalıştığımı tam olarak bilmiyorum. Varlık sebebim sürekli sorgulanırken aynı zamanda işime inanmam bekleniyor benden. Yakında 3 yıl olacak olan iş yerimde hala girdiğim ünvanla ve ücretle çalışıyorum. İşle ilgili herhangi bir heyecanım yok. Kendimi kanıtlama isteğimse uzun zamandır hiç yok. Bir adım ileriyi göremiyorum bununla birlikte yükselme gibi bi ihtimalim ihtimal halinde bile değil:) evvett çocuklar. Hİİİiii amaannn allahım ne kadar nankör bi insanım ben ya...Bu devirde, bu krizde bir işim var ve ben ne kadar maddi şeylerle ilgileniyorum. Hiii aman tanrım hende utanmadan evlenmişim hiiii hem de eşimin henüz işi yok. Olaamazzz bunlara rağmen yükselmekten, işinden zevk alabilmekten, işine inanmaktan bahsediyorum. Tühh bana yazıklar olsun çok utanıyorum kendimden.
Enerji düşüklüğüymüş...pehh...

27 Ağustos 2009 Perşembe

Şizofrenik mi ne (?)

Aslında gerçekten hayal ettikçe yaşar insan. Tuhaf, iniş ve çıkışlar olur iç denizlerde. Dalgalar yükselir boğar beni, seni ve de onu, onları...sonra çekilir dalgalar ve öylece kalırsın ıssız, sessiz, susuz ve umutsuz ama anlayamam ben çoğu zaman dalgalar mı iyi, sığ sular mı, susuzluk, kuraklık mı yoksa...
Sürekli bi umutla mı yaşanır yoksa tam tersi mi? Ne çok şey var istediğim, onlara kavuşamamak mı daha tatlı acaba? Yok ya ne tadı olsa olsa kandırmacadır bu.
Bak işte dağınık demek ki her şey, cümleler bile darmadağınık.
Gerçekten bi tercih mi yapmak lazım. Hayat gerçekten bu mu yani? Tercihlerden mi ibaret? Burada olmak ya da olmamak mı mesele. Ben nerdeyim ki? Sen nerdesin ya da? herkes farkında mı nerede olduğunun? Yine şizofren yazılar mı gıdıklar oldu beni. Bitmez mi bu sorgu sual hiç? Varoldukça ben, sen, o, biz, siz, onlar hep mi olucak bu sorgulama hali...!(?)

18 Ağustos 2009 Salı

Eskilerden...

Şimdi şöyle oluyor bazı eski şeyler yazıcam buraya. Hoşuma giden bazı eski yazılar. Öle işte...İlkiyle başlıyorum.

Tarih: 4 Şubat 2002
Kırmızı vardı hep, sonra mavi çıktı ortaya. Sevişmeyi denediler, sevdiler sevişmeyi ve mor geldi dünyaya. Moru seçti insanlar, mavi üzgün ama sessiz, kırmızı öfkeli...Ama tutamadılar kendilerini çünkü sevdiler bir kere sevişmeyi...

Tarih: Şubat 2002
Hayallerini üflediler, balon yapıp uçurdular...Aşklarını üflediler, balon yapıp uçurdular...Hüzünlerini üflediler, balon yapıp uçurdular...Sadece üflediler balon yapıp uçurdular...Anladılar ki marifet ne hayallerde ne aşklarda ne de hüzünlerdeymiş, marifet üflemekteymiş...:) (Eğlenceli bence bu yazı)

Tarih: 2002
Anlamsızlıkların gerçek anlam olduğunu anladığım günden beri daha çok anlam yükleyip, daha çok anlamsızlık yaratmaya böylece diğerlerinin anlamsızlıklarıyla buluşmayı bekliyorum bi yerde..bi zamanda..

Tarih: 2001
Gece çöktü, içim çöktü, çöküntü bi içle yaşamayı deniyorum...beceremiyorum.

Tarih: 2001
Yabancıyım...Tanıdık yüzler yok etrafta. Bakıyorum ama göremiyorum. Ya içlerini açmıyolar ya da açıcak iç bulamıyolar. Bakıyorum ama göremiyorum...Gözlerimden şüphe etmeye başlıyorum! Ya da onların içlerinden...!

Tarih: 2002
Paylaşmak güzel şey derler!
Nesi güzel paylaşmanın?
Asıl yaptığımız paylaşmak mıdır çoğu zaman, yoksa sadece kendimize pay çıkarmak mıdır paylaşmadan. "Paylaşmaktan" pay çıkarsa geriye ne kalır ki zaten, anlamsız bir "-laşmaktan" başka... - ne diyorum ben ya -


Şimdilik bu kadar.
Sevgiler, saygılar...

16 Ağustos 2009 Pazar

Her Şey Olacağına Varıyormuş...

Slmlar...
Evet sonunda aylardır planlanan, insanın hayatında bir kez olacağına odaklandığı bu nedenle hayli stresli geçen, her şey istediği gibi olsun istediği bir süreçten çıkalı 1 hafta kadar oldu. Nedir o? Evlilik, düğün vs...
Offf yani. Neden of? Öncelikle çok yorucu. Her anlamda; maddi, manevi, fiziksel...Sonsasındaki off sebebim ise benim düğünümde planladığım hiç bir şeyin planladığım gibi gitmemiş olması. :( Üzücü diil mi? Bnece de öyleydi yani bittiğinden beri uyuyorsam rüyamda uyumuyosam düşüncelerimde o geceyi düşünmeden edemiyorum.
Hayatım boyunca düğün hayalleri ve planları yapan biri olmadım. Küçümseme yok bu cümlede "cidden olmadım". Hatta düğüne hazırlık sürecinde de bir çok arkadaşıma, yakınıma göre oldukça heycansızdım (!) Neyse sadece istediğim bir, iki şey vardı. Bir yaz düğünü:) bütçemiz elverdiğince kır düğününe yakın bir şey. Bunun için İstanbul bizi aşacaktı ve Edirne'de bir mekan bulmaya karar verdik ki bulduk da. Diğer istediğim şeylerden biri müzüğin bizim seçtiğimiz parçalardan oluşmasıydı, yani canlı müzik yerine bir dj. Onu da hallettik, sonraki dilek ise stüdyoda diil de dışarda düğün fotoğrafı çektirmekti.
Masum görünen bu isteklerden sonra bakalım neler olmuş:
7 Ağustos 2009 Cuma günü Edirne'de deli bir yağmur yağdı. Kır düğünü doğal olarak iptal:( ve tabiki dışarıda çekilecek fotoğraflar da:( inanılmaz eski usul kötü bir düğün salonu havasında bir yerde düğün oldu:) heee bir de canlı müzik olmadan olmazmış, orası Edirneymiş insanlar neyle oynıycakmış..mış..mış da mışş..ve dj kafasına buyruk çıktı adama zaten bir iki kez devreye girebildi onlarda da kesinlikle bizim parçaları çalmadı. Onlarla oynanır mıymış:)
Gülüyorum çünkü gerçekten komik. Neden böyle oldu bilmiyorum ama ben uzun zamandır hiç bir şeye üzülmediğim kadar üzüldüm bu konuya. İçimde kaldı denir ya tam olarak öyle oldu. Napalım bu düğün hikayesinde bizim de payımıza düşen buymuş demek ki...
Ama yine de tüm bu olumsuzluklara rağmen o gün yanımda olan tüm dostlarıma, aileme, sevdiklerime çok çok çok ama çok teşekkürler. Herkes duruma çok üzülmüş olmasına rağmen bana hissettirmemek için elinden geleni yaptı.
Eyvallah millet:)

30 Mart 2009 Pazartesi

Seçtim, seçtin, seçti...

Şimdi şöyle oluyor; bir topluluk var, insanlar, bir arada yaşıyoruz. Bir gök altında, denizimiz, soluduğumuz hava aynı. Ama gerisi binbir dünya. Herkes bambaşka ya da herkes aynı.
Neyse sonra demokrasi var. Çoğunluğun ne dediğini önemseyen bir sistem. Güzel bişey gibi geliyorken kulağa yansıyanlar her zaman öyle olmuyor ya da hoşumuza gitmeyebiliyor.
İşte seçtik yine. Sandıklara gidildi, ne olduğunu bile bilmediğimiz alavere dalavereler yaşandı. Seçti insanlar ve yönetimler belirlendi. Mükemmel seçimler doğrusu...he benim hoşuma gitmiyo diye kötü mü olmalı di mi? yooo..öle de değil ama gerçekten şu bana artık inanılmaz salakça geliyo. Neden çoğunluğun dediği iyi olsun ki..çoğunluk cahil ne yazık ki, çoğunluk okumuyo bile, çoğunluk dogmalarla yaşıyo, çoğunluk düşünmüyo bile. Şimdi bu çoğunluk benim yaşıyacağım yerdeki yöneticileri belirliyecek öle mi? Pehhh.... ki belirliyo. Ve saygıdeğer Tayyip efendi hazretleri bunun üzerine biz halktan oy alıyoruz diyo, gerçek halk buymuş. Yani anlamıyorsam ne olur yardımcı olun, bu şu demek değil mi; sen bir başbakan olarak cahil kesimi çoğunluk ve halk olarak niteliyor ve onlardan oy aldığını söylüyorsun peki bu insanları geliştirmek için bi çaba sarfetsen oturdukları yerleri geliştirsen, düşünmelerine açık fikirli olmalarına bir katkın olsa, din, camii dışında bi kaç kelime daha etsen...Bu söylemlerle birlikte mesela yolsuzluk yapılmasını engellese bu güçle kuvvetler hani çünkü böle şeyler dinde yasak ya o açıdan.
Eeee tabi bunları yaparsa belki o kesim de ona oy vermeyebilir. Yani işin özü seçin seçin sayın halk siz bunları seçin daha ki her şey olduğu gibi kalabilsin. Herkes olduğu yerde sayabilsin. Cehalet böylesine pirim yaparken..aynen devam.
Ben çoğunluğa katılmıyorum pek çok şeyde olduğu gibi. Size çoğunluklarla mululuklar.
Saygılar...

24 Mart 2009 Salı

Bayadır yazmıyorum

Neden bilmiyorum bayadır yazmıyorum. Aklıma sürekli bişeyler geliyo, heh bundan bahsediyim diyorum ama yok yazmıyorum.
Bu arada naptım?
İzmir'e gittim iş için, hava soğuktu tadı yoktu İzmir'in. Ondan önce çok fena hasta oldum:( 3 gün yatağa yapışık yaşadım. Bidaha amaaann haa derken yine nezleyim, boğazım ağrıyo ama bu defa yıkılmadım ayaktayım. İyiyim yani, sadece klasik bitkinlik, sabahları bastıran halsizlik, boğaz ağrısı falan falan...
Ruhen nasılım?
Tuhaf. Yani tam nasıl bilmiyorum ama değişmekteyim, gelişmekteyim. En azından öyle hissediyorum.
Yine bişey yazmamış oldum gibi...öle işte.

27 Şubat 2009 Cuma

Uykusuz

Uykusuz okuyo musunuz? Bence okumalısınız. Bence süper:) yani ben çok eğleniyorum. Her hafta sabırsızlıkla bekliyorum. Uğur Gürsoy, Umut Sarıkaya, Ersin Karabulut ve bunun gibi isimler güzel işler yapıyolar. Ve evet itiraf ediyorum ben yaptıkları işi çok kıskanıyorum:) :P evet kıskanıyorum. Bi kere süper bi zeka göstergesi ordaki bi çok iş. Bazılarıysa sadece eğlenmek için gibi yani şunu demek istiyorum kendi eğlendikleri işleri oraya koyuyolar sanırım. Ama çoookk kafa patlattıklarına eminim.
Yapılan işin özünde evet yetenek var bunu es geçemeyiz ama aslolan bir başka şeyse "gözlem yeteneği". Sıradan şeyler var o yazılarda ve karikatürlerde ama inan ya da inanma ya da öyle gör ya da görme bence ciddi bi felsefe bu yapılan. Sorgulama..direniş bir nevi. Belki kendileri de böyle tanımlamıycaktır bunu ama ben öyle görüyorum. İnanılmaz sıradan görünen şeyler okuduğunda sana kahkahalar attıran, sadece tebessüm ettiren ya da geyik gibi yazılan bir yazı üzerine saatlerce düşünmeni sağlayan şeyler...cümleyi her ne kadar bağlayamasam da bunlar güzel şeyler demek istiyorum aslında:) ve şöyle nitelemek istiyorum kendimce bu işi "güncel filozofluk". Evet günümüzde, bizim zamanımızda yapılan başka yönlü bir bir sorgulama bir felsefe aracı gibi bu iş.
Hani sorgulamayan, apolitik gençlik varya, işte onlar biziz. İşte orada çizen, yazan arkadaşlar öyle ya da böyle bişeyler söylüyolar. Dalga geçiyolar hepimizin -ve bazen kendilerinin- sıradan hallerimizle...
Yani durum bu ben özetle kıskanıyorum bu işi. En azından bir platformda seni dinleyen birilerine bir şeyler yazıyo çiziyo olmayı kıskanıyorum:)
Saygılar...

19 Şubat 2009 Perşembe

Yaşarken yazmak, yazarken yaşamak

Yazmak, yaşamak...yazmadan yaşamak..Nasıl yani? İnsan yazmadan durabilir mi? Yazmayan insan olabilir mi? Kendimi bildim bileli yazıyorum bişeyler. Anlamlı ya da anlamsız hiç düşünmedim bu şekilde sadece yazıyorum önemi de yok aslında. Ben sadece kendimi tutamadığım için yazıyorum. Ve sanki herkes böyledir gibi geliyo bana. Kıyıda köşede muhakkak bi defter vardır gibi.
Birikim, birikmesi, içinde birikmesi, bişeylerin birikmesi...Biriken şeyler var ve dışarı çıkmalı, yazılmalı ve anlatılmalı belki paylaşılmalı ama uçan sözlerdense kalan satırlar daha güzel:) Bir derdinin olması şarkıdaki gibi tıpkı, onu tutamamak içinde.
Ben kendimi yazdım hep ya da birilerini, duyguları, fikirleri. Benim olanları yazdım hep. Bi şekilde ortak olabildiklerimi yazdım. Ama hayal etmedim hiç, bi dünya kurmayı denemedim. İnsanlar, olaylar, hüzünler yaratmadım. Tanrılaşmadım hiç. Belki bi gün bir hikaye benimle varolur kim bilir? Tanrıcılık oynarım belki...
Okumak güzel ya hani yazmak daha da güzel sanki:)

18 Şubat 2009 Çarşamba

Bazıları ve Diğerleri

Bazıları daha farklıdır. Diğerleriyse anlamaz, nedir bu anlam veremez.
Bazıları öyledir. Kimisi dalga geçer, kimisi küçümser. Kimisi sırf bu yüzden "bazıları"ndan olmaktan vazgeçer. Bazılarından olduğunu saklar. İki tarafa da hoş görünür. Dengeyi kurar, bir nevi iki yüzlülük yapar. Dengeyle gelen dengesizliğe sebep olur aslında. Kendi ruhundaki dengesizliğe.
Diğerleri yukarda yaşar, daha rahat nefes alırlar ama bazıları yukarıda boğulur. Biri aşağıda, biri yukarıda boğuluyo, e bırakın o zaman herkes istediği yerde dursun. Bırakın da durabilsin.

17 Şubat 2009 Salı

Büyüyorum

Büyüyorum sanki.
Büyüdüğümü hissediyorum.
Her şarkıda, filmde, kitapta, insanda, yemekte, yazıda, yorumda, ölümde, yaşamda, sevgide, nefrette, yağmrda, çamurda, fırtınada, güneşte, düşte, düşümde, düyamda, dünyada...büyüdüğümü hissediyorum. Yaşlanmak değil bu, büyümek. Kendimi hiç de yaşlanıyo gibi hissetmiyorum aksine küçük bir kız büyüyor hala sanki...Bir sürü şey öğrenerek, hissederek, bilmedikleri hakkında ahkam keserek.
Seviyorum büyümeyi, olgunlaşmayı. Bir şey için başka düşünürken fikrimin değişmesini seviyorum. Değişim güzel, farklılık ve farkına varmak. Özümsemek. Yavaş yavaş değişiyo hep bi şeyler. Hayatı algılayışım değişiyo eminim daha da değişecek. Umarım da değişir. Kendimden fikirlerimden hoşnut olmadığımdan mı? Hayır. Tam tersi şu an ki beni çok seviyorum ama aynı beni 20 yıl sonrada seversem ortada bi sorun var gibi. Yani değişiyo her şey ve biz..ve fikirler..ve beğeniler...ve ben.
Büyümek güzel. Ama yaşlanmak nasıldır onu bilmiyorum:)

8 Şubat 2009 Pazar

Kadınlar ve Erkeklere

Aslında hiç bir şey vazgeçilmez değildir, geri dönülmez ya da affedilmez de değildir. Neden olsun ki! Olmamalı...Bu kadar keskin mi olmalı her şey? Beni aldatırsa onu asla affetmem ya da onsuz asla yaşayamam. Başka bir ya da; kesinlikle geri adım atamam...vesaire vesaire...Öyle mi gerçekten? Gerçekten bunun gibi kararlar aldığımızda yani özünde kendimin olduğumuzda, taviz vermediğimizde daha "doğru insan" mı oluyoruz ya da daha önemlisin daha mı mutlu oluyoruz? Ben hiçte öyle olduğunu düşünmüyorum.
Kendinden, özellikle ilişkilerde taviz vermek kötü sonuçlara yol açabiliyo, özellikle saygı kaybedildiği halde devam eden ilişkilerde ama şunu düşünmeden edemiyorum acaba gerçek olan nedir? Yani diyelim ki bir adam/kadın sevdiği kadını/adamı aldattı, şiddet gösterdi ya da çok üzücü bir şey söyledi. Evet bunların hepsi berbat şeyler, ilişkiyi yıpratan ve bişeyleri derinden yok eden şeyler. Ama şunu hiç duymadınız mı, örneğin kadın sürekli şiddet görüyordur, diyelim ki maddiyat falan da sorun değil, akıl sağlığı ve mantığı da gayet yerinde bir kadın ama nedense bir türlü ayrılamayan bir çifttir o adam ve o kadın. Neden? Ben henüz bilmiyorum ama böyle şeyler var, böyle filmler kitaplar var. Acaba onlara korkak mı demeliyiz? Dayak yemekten hiç korkmayan bir korkak mı? Gerçekten bana oldukça karmaşık geliyo aslında bu konu.
Bir de şu var. Ben de hep aldatılmayı ya da bunun gibi bir şeyi kabul edemeyeceğimi söyleyen kadınlardanım ama bazen durup düşünüyorum ve diyorum ki; insanız. Evet öle ve bu hayatta hiç bir şeyin garanti olmayacağını gösteriyo bana kalırsa. Bir anlık bir hata, sinir anı, alkol, başka insanların tahriki vs vs sebeplerle insanlar özellikle çiftler çok sevdiklerini çokça kırabiliyolar. Söylenen çok kötü sözler ve hareketler...Bunların rutine binmiş hali başka belki ama ben nedense şunu düşünmeye başladım; tepkiler, kızgınlıklar, üzüntüler, bunalmalar, nefretler, çok büyük sevgiler, tutkular, hırslar, entrikalar hepsi hepsi ve aşk tabiki hepsi bizim. Bizim için varlar, biz olduğumuz için ve elbetteki bizim de payımıza bunlardan bir kaçı düşecek ki yaşadığımızı anlayalım.
O yüzden ben diyorum ki bizi çok seven sevgilimiz, eşimiz herneyse bizi bir andan sevmekten vazgeçmiş olamaz. Ve bu az bulunan duygu için belki de affetmeye değerdir ne biliyim bilmiyorum belki ahkam kesmek kolay yaşamak çok çok daha zordur ama belki de denemeye değer.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Canım Ananem

Ölmek, ölüm...Hep ağlatır mı? Öleni, kalanı..napar ölüm bize. Fena yapar. Çok kayıp yaşamadım ama canım ananem göçtüğünde buralardan hissettiğim ilk şeylerden biri pişmanlık oldu. Neden yaşlı olduğunu, yakında gidiceğini bile bile onunla daha çok zaman geçirmedim. Neden daha çok elini tutmadım, yanında daha fazla yatmadım. Neden daha fazla "kızanım" deyişini duymadım.
Öyle çok özlüyorum ki onu...tarifi yok biliyorum bunun. Onları yani "çok sevdiklerini" kaybedenler anlar sadece. Çok zordur. Boğazına düğümlenmesi bişeylerin. Onu bi daha göremeyeceğini düşünmek değil onu görememek çok zordur. Ne yaparsan yap onsuzluğa alışmak zorundasındır. Neden dersin bi çok kez, neden? Böyle çünkü...
Bi keresinde, ilk yılıydı sanırım ölümünün, dedim ki keşke bu kadar sevmeseydim keşke beni bu kadar sevdiğini bilmeseydim, bu kadar üzülmezdim. Sonra canım aşkım bana dedi ki "sakın böyle düşünme çünkü bu güzel ne kadar acı verse de bu güzel. Böyle sevmiş ve sevilmiş olmak güzel." Doğru söylemiş bu güzel seni düşünmek ananem çok güzel. Güzel yanaklarını sevdiğim günleri, koca kız olmama rağmen kucağında oturduğumu, kazık kadarken bile aynı yatakta yatmak istediğim günleri düşünmek hatırlamak güzel. Ama evet keşke olsaydın...keşke senin "ne olacaksın be kızanım sen" diye sorduğunda veremediğim yanıtı, işe girdiğimi, evleneceğimi, sevdiğim adamı görseydin. Göremedin...Napalım...Bi şey yapamayız biliyorum. Ama belkide gerçekten görüyosundur. İnanmak istiyorum buna. Baksana Kerem kocaman oldu:) Hep senin yanına gelir kıvrılırdı. Şimdi başörtülü birini gördüğünde sana benzetiyo. Ananem uzaklara gitti diyodu ilk başlarda geliceğini sanıyodu ama şimdi ölümü öğrendi. Öldüğünü biliyo ama anlamıyo tabi canım annem benim.
Seni çok özledim. Çok seviyorum seni bu hiç değişmiycek ama ben hep sen ölmiyceksin sanırdım. Gitmiyceksin hep kalıcaksın sanırdım. Nedendi bu yanılsama bilmiyorum.
Seni seviyorum:)

4 Şubat 2009 Çarşamba

Issızlaşmak

Pislik, kalabalık, keşmekeş, dağınık...
Sadelik, dinginlik, huzur, gerçek...
Kaos, düzen, sempati, nefret...Tüm duygular, iç içe geçmişlik...
Sığamamak, sığdıramamak.
Bilmek, onu bilmek, sevdiğini. Elini tutmak, sevişmek, elini tutarak sevişmek...Sarılmak sımsıkı, hiç olmadık zamanda avucunun içini öpmek. Yüzünü sevmek. Hayal etmek. Güzel yemek yapmak. Tadının damağında kalması.
Ayrılmak. Çok sevmek ama ayrılmak. Bir daha görmemek. Görsen de gölünce sevememek. Yalnız, yapayalnız kalmak.
Issızlaşmak.

Yeni değil "Issız Adam"dan sonra yazmıştım burada da paylaşayım dedim sevgili okurlar:) Elifler..Ayşegüller ve daha niceleri:P

2 Şubat 2009 Pazartesi

Ortaya karışık

Dünya değişip büyükler için daha da büyük olurken, çocuklar için eskide kalsa, kalabilse. Onlara saf bi dünya kalsa, masallarla dolu. Ağaçların, çiçeklerin "yeni dünyadaki" gibi taze olduğu, nefes alabilen bi dünya. Düşümdeki dünya...
Neden bu konuya bu kadar duyarlılaştım bilmiyorum. Sanki yarın çocuğum olucakmış gibi, sanki onu burda büyütmemeliymişim gibi. Tuhaf...
Olgunlaşmak mı bu?


Hafta sonu Benjamin Button'ı izledim. "Geriye doğru İlerleyen saat". Güzel bi bakış. Önce sonu görmek ya da başlangıcın son olması ya da tam tersi...bebek ölmek ama ruhu yorgun bi bebek. Nasıl yani? Aslında oturtamadığım şeyler var filmde belki bi daha izlemek lazım. Daha çok kafa yormak lazım belki de.

1 Şubat 2009 Pazar

Özledim çok...

Aklım bambaşka bir şehirde. Aklım sende...Ben sende..Öyle özledim ki seni, kokunu, yüzünü...Hiç bilmiyorum nasıl bi yerdesin. Yaşadıkların nasıl şeyler? Anlatıyosun ama öyle uzak ki anlayamıyorum sadece burdan öle ahkam kesiyorum. Ama çok merak ediyorum gerçekten nasılsın diye. İyiyim derken tam olarak nasılsın?
Hiç bi şey yapamamak. Ulaşamamak, uzanamamak... Özlemek, çok özlemek. Ama olsun geçicek zaman ve bı yıl da bahar gelicek, biliyorum gelicek.
Bu da güzel böyle sevmek, sevildiğini bilmek. Uzakta da olsan hissediyorum seni:) Sevgini biliyorum canım. Seni seviyorum:)

30 Ocak 2009 Cuma

Sevmek, acı çekmek ve nefes almak...

Yazamıyorum uzunca zaman oldu. Fırsat bulamadım aslında.
Şimdilerde ne yapmaktayım? Pek bişey yapmıyorum aslında. Zamanı pek anlamıyorum öylece geçip gidiyo sanki...Yeni şeyler yok pek hayatımda. Ama bir yandan yepyeni bir hayata hazırlanıyorum.
Tuhaf bişey yaşadığımız, adına "hayat" dediğimiz şey. Geçen gün bi söz gördüm hatırlayamıyorum tam olarak ama bende uyandırddığı duygu şu; insan hayata sevmek, acı çekmek ve nefes almak için gelir. O sözde de sevmek vardı ama diğerlerini hatırlayamıyorum bi türlü:) Amma yarım yamalak bişey söylemiş oldum:) Neyse varsayalım ki bu benim aklıma gelmiş ve bunun üzerine yazıyorum. Çünkü hoşuma gitti bu fikir.
Sevmek, acı çekmek ve nefes almak...Hepsi de süper şeyler. Birini sevmek, senden olmayan, bambaşka bi yerde büyümüş biri. Bambaşka bi aileden gelen, belki dili, ırkı başka biri. Bir anda sevdiğiniz oluveriyo ve cümleler onun için kurulmaya başlıyo. İçini ısıtan o sıcak şey gelip yerleşiveriyo yüreğine. Sonra başka sevgiler, kardeş, kuzen, anne, anneanne, çocuk...hepsi sıcak, güzel şeyler. (Bu konu daha sonra blogumda kesin daha geniş yer alacak bunu hissettim.)
Sonra "acı". Nasıl bi duygudur, nasıl bi kazanç, nasıl bir yaşanmışlık katar insana. Çok acı yaşamadım hayatımda ama bir kaç tanesi bile anlattı bana bambaşka şeyleri. Hep güzel olduğunu söylüyorum acının, güzeldir çünkü. Seversen onu daha da güzeldir. Bazaen bazı insanlar özenle ister onu hayatına çekmeyi. Böyledir işte, onlara da bunu sormayın neden diye. Öyledir işte. Belki daha iyi bilirler hayatı...Ne biliyim klişe olucak ama tadını alırlar. Kan tadı, kendi kanının tadı. Tatlı yemeyi de sevmez o insanlar mesela, ekişidir güzel olan. Neyse...
Neyse sonra "nefes almak". En özü aslında budur. Güzeldir behh..nefes almak. Pek çok anlamı var tabi, nefesin, nefes almanın ama ben salt anlamdan bahsediyorum burda. Gerçek nefesten, oksijenden bahsediyorum. Bir dakika nefessiz kaldığında anlayabileceğin bir değeri vardır. Yani değerini anlamak çok basittir aslında demek istiyorum. Ne güzeldir soluk almak. Mutluluktur. Hergün kendi kendimize edindiğimiz dertleri bırakıp bi yana sadece sabah uyandığında nefes alabilmek ne güzel aslında. Böyle olabilsek. Bu kadar farkında ve huzurlu. Fena olmazdı:)

14 Ocak 2009 Çarşamba

Dur dedim.

Dur dedim, neyi kanıtlıyosun? Dur dedim, kime kanıtlıyosun? Dur dedim, ne için uğraşıyosun? Bu çaba dedim ne için? Yaşamak için mi? Doğru değil. Sadece yaşamak için olsa burda olmazdın. Küçücük bir yerde kocaman bir hayat kurabilirdin kendine. Bu hırs ne için? başka türlüsünü bilmediğin için mi?
Neyi kanıtlıycaksın? Kime kanıtlıycaksın?
Dur dedim. Dur ve düşün. Dur ve bekle. Dur ve dinlen. Dur ve durul. Sakin ol, yavaşla ey insan evladı. Kendine gel.
Neyi kanıtlıycaksın? Kime kanıtlıycaksın?
Hayat bu mu .......?
Bir köy. Arabesk olsun diye değil, insanlığa yakışan o olduğu için. Toprak olsun yakınımızda. Bahçemiz olsun. Güneşi karşılamayı kaçınız istemez mis gibi yaz ve kış güneşini bahçede, mis kokan çiçeklerle.
Çocukların toprağa basarak büyümeleri ne büyük bir nimet. Ne büyük bir nimetmiş de farkında değilmişiz. Ne büyük bir şansmış sokaklarda gece yarılarına kadar oyunlar oynayabilmek.
Neyi, kime kanıtlıycaksın ey kendini paralayan arkadaşım? Nedir yani? Ne olacak? Yöneticimiz bize aferin dese, biz bir ödül kazansak mesela, paralarımız olsa çookk...Toprak yoksa basılacak, akıl ve vücut sağlığı yoksa insanların ve hala uçamadığı için işten sonra saatlerce trafikte sıkışıp kalıyosa insan...nedir yani? Nasıl yani? Belki çok erken diyeceksiniz ama ben bıktım. Bunu istemiyorum. Hayatın bu olduğuna inanmıyorum. Salakların yarattığı ve diğer salakların ortak olduğunu bu sistemi onaylamıyorum, sevmiyorum. Evet ben de içindeyim bu çarkın ama tüm beynim ve kalbim başka yerlerde, en azından şimdilik bununla yetiniyorum. En azından sorguluyorum. İşim yoksa işe neden gidiyorum? İşim yoksa o salak işyeri bana neden para veriyo? Neden saatlerimi oraya verip sonra yetmiyomuş gibi bir de mesailere kalıyorum (kalıyoruz).
Eyy..daha yeni mezun ama bu sistemden midesi bulanmış, başı dönmüş, kafayı yemek üzere olan dostlarım gelin hepbirlikte küçük bir yere gidip bildiğimiz şeyleri orda yapalım ya da yeni şeyler öğrenelim.
Hadi gelen var mı?

4 Ocak 2009 Pazar

Miskin cumartesi

Sadece yazmak ..içinden geldiği gibi yazmak. Sadece ölece durmak, oturmak, miskinlik yapmak. Aslında çok işim var ama canım yapmak istemiyo. Hem miskin olmak hem dışarı çıkmak, içmek istiyorum hatta. Offf sıkıldım..

3 Ocak 2009 Cumartesi

Aşkıma :)

Aslında güzel bi hikaye bizimkisi. Üniversite ilk yıl hazırlık. O zaman tanımıyorum onu. Sonra 1. sınıf..Sınıfta bi çocuk var. Sessiz kenarda duruyo genelde. Üzerinde bi hırka var morlu, bordolu, belli el örgüsü:) İngilizce dersinde kitabı yok, yanına gelebilir miyim diyo bana, bende bi heyacan ama belli etmiyorum. "Tabi" diyorum nazikçe. Yan yanayız ilk defa ve o an daha bi anlıyorum ne kadar güzel bi gülüşü olduğunu. İşte o günden sonra daha bi artıyo karın ağrılarım. Evde Çiğdem'in başını ağrıtıyorum, "ya ama çok tatlı gülüyo" diye.
Neyse zaman geçiyo iyiden iyiye arkadaş oluyoruz. Telefonlarımız var birbirimizde artık. Her yere arkadaşlarla hepbirlikte gidiyoruz ve tabi onunla. O tavlada bana yenilip duruyo. Aşkta kazanırsın diyo arkadaşları:) Ben de gülüyorum ama hiç emin olamıyorum onda da var mı bişeyler diye.
Sonra bi gün Uludağ gezisi...:) Dağın zirvesinde "benim sana bişey söylemem gerekiyo sanırım" diyo. Ve işte başlıyo her şey:)
Başlayan o güzel şey 8 ay sürüyo sonra bir ara giriyor, tam bi buçuk yıl...o yok. Hayatımda bi daha hiç gülemiycem sanıyorum. Mideme ağrılar giriyo. Acının nasıl bişey olduğunu anlıyorum. Hayatımda hiç bi şeyden tat almıyorum. Bir daha sevemem sanıyorum. "Yarım kaldı bu sevda boşuna boşuna.." diye sözleri olan hareketli bi şarkıda ağlamaya başlıyorum:) Korkuyorum. Çok korkuyorum bi daha hiç eskisi gibi bi şey yaşayamıycam sanıyorum.
Aradan geçen bi buçuk yıl sonra ben gidiyorum bu sefer ona. Diyorum ki "tekrar denesek..." Gözleri doluyo, elimi tutuyo ben bunu hayal bile etmemiştim diyo. İkimizde tuttuğumuz eli bi daha bırakmıyoruz. İyiki de bırakmıyoruz:)
Seni çok seviyorum aşkım...Yaşadığımız tüm acılar ve mutluluklar bize ait sevgilim.
Uzakta ve soğuktasın ama bu yıl da bahar gelicek:)