29 Ocak 2010 Cuma

Okuduklarım, izlediklerim nereye gittiniz?

Bazen önceden okuduğum bir kitabı düşünüyorum ya da izlediğim bir filmi. Sonra bazılarını hatırlayamadığımı fark ediyorum. Acaba diyorum dikkatli mi izlemedim ya da iyi okumadım mı? Bilmem belki de. Sonra şunu farkediyorum bir de. Şimdi diyorum okusam o kitabı eminim başka şeyler düşünürüm. Başka şeyler hissederim. Ya da diyorum şimdi gitsem o filme acaba nasıl olur.
Aslında sanırım biraz şununla ilgili; öğrendiğin her şey, tanıştığın her yeni insan, ve tabi okuduğun her yeni kitap ya da izlediğin her yeni film yeni bir şey katıyor. Bunlarda başka biri olmanı sağlıyor. Ve sen başka biri olmuşken izlediğin filmlerden ve okuduğun kitaplardan tabiki başka bir anlam çıkarmaya başka bir tad almaya başlıyorsun.
Sanırım durum bu.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Üzgünüm biraz

Böyle hani bir şeyleri değiştirmek istersin ya ama elin yetmez. Düzelsin istersin. Herkes böyle mutlu el ele kırlarda koşsun oynasın falan:) Tamam saçmaladım.
Ama gerçekten şu ara beni fena halde üzen bir durum var. Böyle hani istiyorum ki elim yetsin. İstiyorum ki iki kafayı alıp birbirine vurabileyim ve kendinize gelin diyebileyim. Bu böyle bu da böyle diye anlatabileyim. Bazı özelliklerini değiştirebileyim.
Ama olmuyor işte. Bir türlü olmuyor.
Biliyorum çünkü o köşeye sıkışmışlık hissini. Biliyorum nasıl bir acı olduğunu. Sarılmak istemeyi ama onun artık bir yabancı olduğu fikrinin nasıl ağır geldiğini biliyorum.
Unuttum sanıyordum bu hisleri ama unutmamışım. O hisleri hatırladım en baştan. Gözlerinde gördüm arkadaşımın. Ama yapacak bir şey yok demenin ne zor olduğunu biliyorum. Kabullenmenin ağırlığını. Ama hayat bu işte...Bizi biz yapan bunlar malesef.

26 Ocak 2010 Salı

YÜZLER

Dünya üzerinde nasıl bu kadar farklı yüz olabilir. Nasıl bir ressamdır ki yüzleri yaratan böyle bir şaheseri ortaya çıkarabilmiştir. Sadece kendi çevremizi bile düşünsek her biri birbirinden farklı yüzlercesi var. Ve dünya…ırklar, renkler, büyük burunlular, küçük yüzlüler, boynu olmayan insanlar, gözleri çökük ya da patlak olanlar…ve bunların binlercesi, bunların minyonlarca versiyonu. Aman tanrım!
Bir yazı okuyordum ve bu konuyla ilgili yazmak istedim.
Yüzlerle ilgili.
Yüzümüz mesela. Kendi yüzümüz. En tandık belki de en yabancı olduğumuz.
Düşününce belki de en az gördüğümüz yüzlerden biridir kendi yüzümüz. Aynayla çok da haşır neşir olmayanlardansanız hele yüzünüz sizin midir yoksa ona sizden çok bakanların mı? Muamma.
Kendimize yabancı olmak da bunun içinden mi geçer acaba?
İlk paragrafta bahsettiğim konuyla ilgili şöyle bir şey geçiverdi aklımdan. Milyonlarca yıldır dünya üzerinde sayısız uygarlık oluşmuş ve tabi sayısız insan yaşamıştır. Sayısız yüz. Yüzler. Bu yüzlerin şimdi tekrar var olduğunu düşündüm. Tekrar aynı yüzlerle karşı karşıya olduğumuzu. Ruhları farklı ama aynı yüzler. Ya da ruhları da aynı ama sadece unutmuş yüzler ve tabi ruhlar. Geçmişi unutmuş yüzler ve de ruhlar. Ne tuhaf! Mesela bir Hitit kızıydım belki bir zamanlar ya da Fransız bir şair. Neden olmasın? :)
Siz kimdiniz acaba? :)

19 Ocak 2010 Salı

Haksızlık_Hrant Dink

Hiç birimizin ertesi gün evinde uyuyacağı garanti değilken neden kavga edip dururuz bir birimizle? Eşimizle, annemizle, sevgilimizle…Belki de bu gece onları son görüşümüz olabilecekken, neden?
Nedir engel olamadığımız duygunun adı?
Hırs?
Kıskançlık?
Nefret?
Dünyada onca acı, onca haksızlık, onca boş yere ölmüş, öldürülmüş insan varken biz nelerle cebelleşiyoruz? Bir dursak bir düşünsek. Biraz kendi dünyamızın dışına çıksak. Mesela bugün 19 Ocak. Bundan 3 yıl önce İstanbul’un orta yerinde birinin hayat arkadaşı, kendi deyimiyle vücudunun diğer yarısı, birilerinin canı, babası, birilerinin abisi, birilerinin can dostu öldürüldü.
Onu muhtemelen neyi neden yaptığının bile farkında olmayan birilerinin oğlu, birilerinin kardeşi, birilerinin canı öldürdü. Neden? Nedeni üzerine açın bakın bugünkü tüm gazetelerde onlarca tahmin ve iddia var ama ben bu kısmından ziyade nasılındayım. Nasıl olabilir diyorum kendi kendime. Bir insan neleri işiterek görerek büyümüş ola ki şahsen tanımadığı, muhtemel yazılarını bile okumadığı birine böyle bir nefret besleyerek yolun ortasında o kişinin canını almayı kendine hak görebilsin. Birilerinin canını, sevdiğini, babasını hayatından etmeye cesaret edebilsin. Nasıl bir şeydir bu? Nasıl bir algıdır?
Peki ya diğer taraftan insan bu haksızlığı nasıl hazmeder? Onun eşi, oğlu, kızı, dostu olarak istemez mi aynısını yaşatmayı. Aynı acıyı hissettirmeyi. İntikam dedikleri o kuvvetli duyguyu hissetmez mi insan? Nasıl dizginler kendini? Nasıl durur durduğu yerde? 3 yıl geçmesine rağmen hala devam eden bir mahkemenin varlığını nasıl sindirir insan? Çok zordur eminim.
Bu acı insanı katil eder. O adamların sırıtan yüzünü görmek insanı kanser eder. Hiç tanımam kendilerini ama bana bu ailenin saygıyla dim dik durmaya çalışan halleri bile çok asil geliyor. Helal olsun demek istiyorum en kaba tabiriyle.
Benim buradaki derdim Ermenilik, Kürtlük ya da Türklükle ilgili değil. Benim buradaki derdim insanla, insanlıkla ilgili. Zaten temelinde Hrant Dink’in de –okuduğum kadarıyla- söylemek istedikleri genelde insan olmakla ilgiliymiş. İnsan olabilmekle. Politikaları askıya alabilmek, kardeş olduğumuzun farkına varabilmekle ilgili. İstesek de istemesek de ayrılamayacağımızı anlamakla ilgili. Zenginleşmemizin tek yolunun affetmekle ve yola deva edebilmekle ilgili olduğunun farkına varabilmekle ilgili.
Daha fazla affedilemeyecek hareket yapmamakla ilgili. Ama ben bir şey yapmıyorum ki ben kendi halimde yaşıyorum dememekle ilgili. Birileri gelip yolun ortasında birilerinin canını almayı kendine hak görebiliyorsa bunun sorgulanacak bir tarafı kalmamış demektir. Her ne olursanız olun ister milliyetçi, ister soykırım yanlısı, ister komünist, ister feminist, ister hümanist, bu ülkede yaşıyorsanız bu ülkede yaşayacaksanız farkına varmalısınız artık bir şeylerin. Artık bu ülkede bir şeylerin değiştirilmek zorunda olduğunun farkına varmalısınız. Durup düşünmeli ve destek olmalısınız. Olmalıyız.
Çünkü böyle giderse bir gün ne olursanız olun, kim olursanız olun sizin de babanız o kaldırımda üzerinde gazetelerle uzanıyor olabilir. Bence korkun bence korkun ve farkına varın. Yaşama özgürlüğümüzün olmadığının farkına varın. Birinin sırf düşünceleri, fikirleri birilerinin hoşuna gitmiyor diye keyfice öldürülebildiği bir ülkede ne kadar tehlikede olabileceğinizi bir düşünün. Çocuklarınızı, sevdiklerinizi, geleceği bir düşünün. Düşündüyseniz de durun ve bir daha düşünün.
Kabul edin, affedin. Yeniden başlamaya cesaret edin.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Sebepsiz Ağlama Krizleri

Bazen hiç bir sebep yokken içinden ağlamak gelir insanın. Gelmez mi? Gelir. Surat asmak gelir. Dünya üzerine üzerine geliyordur. Nedendir bilinmez. Dünya neden seni seçmiştir üzerine gelmek için bilemezsin. Neden her şey çok iyidir onu bile bilmezsin. Neden her şey çok iyi olduğu halde için dopdolu olur zaman zaman?
Hormonlar…belki de. Belki de tek sebebi kadın olmak ve hormonlardır. O zaman sevgili hemcinslerim nedir bu hormonlarımızın bize çektirdikleri?
Buna rağmen var mıdır kadın olmaktan bu sebeple vazgeçmek isteyen. Pek sanmam. :) Belki fazla kendini beğenmişlik ya da daha doğrusu cinsini beğenmişlik gibi gelecek ama “çok güzeldir kadın olmak”. O ayrıcalığın farkına varmak güzeldir.
Ancak kadınsanız ya da kadın olabilirseniz anlarsınız, kadın gibi hissetmenin ne olduğunu ve kadınların ne istediğini.
Neyse sözün özü bana ara ara öyle ağlama krizleri gelir. Sebepli sebepsiz. Bazen sebepli bazen sebepsiz. Neden ağladığını bilmeden ağlamak çok tuhaftır. İçin sıkılır, daralırsın. Bir yerden hır çıksa da ağlasam diye yer ararsın ama çıkmazsa da koy verirsin kendini ve ağlarsın bağıra bağıra bazen.
Tuhaftır ya da değil.

5 Ocak 2010 Salı

2010'da da yazmak

2010’da da yazacak bir şeyler bulur muyuz? Bence buluruz :)

Yazacak bir şeyler bulmak. Yazmak, ne güzel. Köşe yazarı olmak. Ama hangi köşe, ne köşesi? Yaz köşesi, kış köşesi?

Gazete köşesi, blog köşesi, defter köşesi ya da not defterinin kıyısı, köşesi :)
yazmak işte, kıyıya ya da köşeye farketmez, bir yerlere yazmak sadece :)

Mutlu yıllar, mutlu yazılar :)

Kıskandım

Dün klasik bir holywood filmi izledik. “Marley and me”. İşte öle bir film ama asıl mevzu o filmin insanda uyandırdığı kıskançlık hissi. Gerçekten çok sinir bozucu ya. Genç ve evli bir çiftimiz var. İkisi de gazeteci. Mükemmel bir evde yaşıyorlar. En küçük evleri bile bahçeli falan süper. Bir köpekleri var ve filmin sonuna kadar 3 çocukları oluyor. Ve işin tuhaf tarafı tüm şartlarına rağmen aslında bunun hiç de kolay bir hayat olmadığı fikri var. Yani sizinki de kolay değilse biz ölelim madem.
İş saatleri gayet esnek. Kadın 2.çocuğu olacağını öğrendiğinde işi bırakabiliyor mesela. Ohh ne ala.
Ya bir de bizim hiçbir zaman öyle evlerimiz ve öyle bir hayatımız olmayacak ya. Ama mevzu oradaki lüks değil, gerçekten. Mevzuu bahçeli bir eve sahip olabilmenin burada nasıl bir lüks olduğu.
Tabi bir yandan da izlerken bir köpeğe sahip olmanın nasıl bir zorluk olduğunu da daha çok anlıyor insan. Hiç kolay bir şey değil ya. Hayatını ona göre organize etmen lazım. Uff yani bence çok zor. Ben kendi hayatımda daha kendime yeterli yeri açamıyorum. Kaldı ki köpekle o derece ilgilenicem falan. Uff çok zor iş ya. He ama güzel mi, güzel. Mesela dün filmin sonunda köpek öldü ben de başladım ağlamaya.  Çok üzücüydü ama.

Parmaklarımı çıtlatmamın cazibesi

Vücudunla ilgili özgürce yapamadığın şeyler vardır. Ne zordur!
Mesela belin rahatsızdır eğilemez, kalkamazsın. Şişman olduğunu düşünüyorsundur rahatça yemek yiyemezsin ya da şeker hastasısındır yine istediğini yiyemezsin.
Mesela ben şimdi parmaklarımı çıtlatmamak için büyük çaba harcıyorum. Çünkü çıtlatınca ağrıyorlar çok, ama içimde engel olamayacağım bir çıtlatma isteği oluyor. Aklım sürekli parmaklarımda. Bazen unutuyorum bazen de amannn nolcak ya bir şey olmaz diyerek çıtlatıveriyorum ama sonrası hiç hoş olmuyor .
Bir de soğan yemeyi çok severim ben. Salatada ya da yeşil mercimek yemeğinin yanında. Offf ne de güzel olur kuru soğan. Ama sonra yediğim tüm o soğanlar midemi oldukça kötü şekilde yakarlar.
Yani evet kötü bir şey yapıyorum ama bu anlattıklarıma ulaşmak için içimde hissettiğim güç çok daha çekici. Evet sonucun kötü olacağını biliyorum ama onu yapmamak için de kendimi tutamıyorum ya da tutmuyorum diyelim.
Bunlar küçük şeyler peki ya diğerleri. İnsanın hayatında kendini engelleyemediği ama sonucunun aslında kötü olacağını bildiği şeyler. Ve o şeylere koşarak gitme durumu!
Mesela sigaranın üzerinde yazan uyarıları bir dakika olsun düşünüyor mudur o paketi alan kişi? Ya da sevgilisini aldatmak üzere olan erkek ya da kadın o anki cazibeyi görmezden gelebilir mi? Bunu başarabilir mi?
Ya da bunu görmek ister mi?
Bir gecelik ilişkileri yaşayanlar zaten bilmez mi yarın o adamın yanında olmayacağını ya da zaten umurunda mıdır acaba olup olmayacağı?
Ben bağlanmayı seviyorum. Bana ilkel gelmiyor. Sıcak geliyor, insan geliyor. Ben aynı adamı deli gibi özlemeyi biliyorum sadece ve onu yapıyorum.
Ondan ayrılırsam bir gün, o, ya da ben ayrılırsak, onun için yas tutmayı biliyorum. Başkasını sevememeyi, başkasının elini tutmayı bile düşünememeyi biliyorum. Bunlar yaşadıklarım ama doğru olanlar anlamına gelmez bunlar. Ben böyle yaşıyorum. Sakin, durgun. Ama huzurlu. Doygun. Rahat.
Tıpkı ellerimi çıtlatmamın beni hasta edeceğini bilmeme rağmen bunu yaptığım gibi bazıları da canının acıyacağını bile bile yaşıyorlar sanki hayatı. Bu insan olmaktır belki de kim bilir. Canın yanmadan anlayamazsın belki de yaşadığını. Kendini gerçekleştirmektir.
Ama özetle diyeceğim şudur; yaşıyorsan göze alacaksın acı çekmeyi de. Eğer bir karar veriyorsan sonuna kadar arkasında olacaksın madem.