26 Kasım 2009 Perşembe

Yeni Blog

Selam,
Bir blog neyine yetmez bre zındık, diyebilirsiniz haklı da olabilirsiniz ama işte ikinci deneme "amatör bakış". Filmler.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Güzel bayır, çirkin bayır, bizim bayır…


Ben ilkokulu bitirene kadar Eyüp’te yüksek bir tepede geçirdik hayatımızı. Eve gitmek için çıkılan bayır öyle böyle değildi. E tabi bir de çocuğum, öyle düşünün. Her gün okul çıkışı annemle eve dönüyoruz tabi kütük gibi olan sırt çantamı annem taşıyor. O bayırı minik minik adımlar ve annemin hadi kızım hadi söylemleri eşliğinde çıkardım her akşam.

Sonra tabi bir de gezmeye gitme fasılları vardı. Diyelim ki birine gittik. Dönüşte de saat geç oldu ve o kişinin arabası var Allahım nasıl mutlu olurdum “sizi eve bırakalım” teklifi gelince. Çok uykum olsa da o bayırı arabayla çıkıyor olmanın keyfi bir başka olurdu. Babama ısrarla araba alalım derdim. Babam da araba alacak paramız olmadığını söylerdi. Bizim bayırın yarısına geldiğinizde Rüstem vardır. Herkes onu öyle çağırır küçücük çocuktuk ama biz de Rüstem amca falan demezdik, “Rüstem” derdik. Atları vardı ve tabi at arabası. Ben de hep babama bu sebeple at abrası da mı alamayız baba derdim. Güler geçermiş tabi bizimkiler ama bilmezler tabi nasıl özenirdim Rüstem gerine gerine o -“güzel”-, ultra bakımsız at arabasıyla yanımızdan geçerken.

Ekmek almak tabiî ki en olmaz işti o bayırda. Annem yalvar yakar göndermeye çalışsa da genelde sonuca ulaşamazdı pek, pis inatçıydım. Sonuç olarak zavallı annem giderdi bakkala. Şimdi çok pişmanım. Keşke hep ben gitseymişim de o omuzlarda görünür hale gelen yükler biraz azalsaymış.

Bizim bayırın çok keyifli olan birkaç özelliği de vardı. Mesela bizim arkadaşlarla -ki bunlardan biri bizim puck- yukardan aşağı deli gibi koşardık bazen. Çok ciddi adrenalindi aslında. Bir de o bayırda don oynardık, hani şu yakalamaç gibi olan ama biri seni yakalayacağı sırada kolları bağlayıp donulan oyun. Sonra bir başka arkadaşın gelip sana dokunup ateş der de çözülür kaçmaya başlarsın. Offf ne zevklidir o oyun da. Neyse bu oyunu tabi yine bizim bayırda oynuyoruz. Aşağı doğru ebe olmayacağım hışmıyla koşarken ayağın takılıp bir yere düşersin, ki ondan sonra o dizler yana durur. Ve tabi o yaralar yaz boyu geçtikçe tazelenerek yerinde kalmaya devam eder. Kabuk kabuk diz yarasıyla oynanmamış çocukluğa çocukluk demem ben.
Bir de erkekler futbol oynardı mesela. E biz de bir şekilde bulaşırdık o oyuna da. Onda da topun aşağı kaçma durumu vardı tabi. Top hızla bayırdan aşağı yuvarlanırken, siz de ondan daha hızlı olma umuduyla peşinden koşarsınız. O arada top mu koşar siz mi yuvarlanırsınız, kim koşan kim yuvarlanandır belli olmaz.
Bazen çok favori koşanlar vardır mesela hep onlar gönderilir topun peşi sıra ve o çocuklar nasılsa yakalar topu genelde. Önüne geçiverir bir anda ve durdurur topu. Kahraman edasıyla yukarı çıkar ağır ağır ve oyun hızla devam eder. He tabi aşağıdan biri geliyorsa topa vurur, yukarı yollar, o tabi tadından yenmez bir durumdur artık. Alkışlanır bazen o şahsiyet.

En keyifli şeylerden biri de kardır tabiî ki. Ben çocukken güzel kar yağardı. O bayır bembeyaz karlar altında kalır ve tabi okullar tatil olur. Biz bütün mahalle dışarı çıkarız off anneler, babalar, çocuklar kayan kayana. Dim dik bir bayır düşünsenize kıvrımları da var tabiî ki. Süzüle süzüle inersin aşağı kadar. E tabi bir de çıkışı olur o inişin ama olsun güzeldir yine de. Poşetler mi dersiniz kaymak için, uzun merdivenler mi… süperdi. E tabi ben çocuğum bana süper ama o zamanlar bilmezdim annemlerin sabah işe giderken kaymamak için bin bir yol denediklerini.

Bayırda hatırladığım maceralar bunlar ama görüntüsünü es geçmiş olurum burada kesecek olursam yazıyı. Arnavut kaldırımı denilen taştandı mesela bayırımız, güzel görünürdü yani görünürmüş ben sonradan farkına vardım. Sonra güzel bir kadının vücudu gibiydi kıvrımları. Dikti, asiydi ama yumuşaktı dönemeçleri. Sonunda varılan mahalle de küçük ve şirindi. Kocaman bir çınar ağacını barındırırdı içinde ama gizliceydi biraz yeri. Aralara girmeniz çeşmenin -ki biz ona çır çır derdik- oraya gitmeniz gerekirdi. Düşünsenize dip dibe sürekli akan bir çeşme ve kocamaann bir çınar ağacı. Güzeldi, güzelmiş…
Yıllar sonra Seyit amca ki kendisi bizim mahallenin en eskilerindendi, yürümesi kolay olsun diye o arnavut kaldırımı taşlarını söktürüp asfalt yaptırmıştı bayırı. Aslında zevkli adamdı da, ama belki o da pişman olmuştur sonradan. Çirkinleşti bayır. Siyah bir yılan gibi oluverdi. Estetikten uzak. Sonra birkaç yıl önce mahalleye uğradığım da gördüm sefalet içinde oralar. Çeşme kurumuş nerdeyse ve çınar ağacının görkemi kalmamış. Uyum sağlamış etrafına. Ayşegüllerin eski evleri rezil, sefil üzülmüştüm çok üzülmüştüm. Çocukluğumdaki hiçbir şey eskisi gibi kalmamıştı onu gördüm ama bilmem şimdi de çocukların dizleri yara olur mu o bayırda? Ya da bir kahraman kurtarır mı aşağı kaçan topları?

21 Kasım 2009 Cumartesi

Neymiş huzur?

Her şeyi bilmeyin, her şey mükemmel olmasın. Herkesi sevmeyin mesela. Herkes de sizi sevmesin. Bazı şeyler vardır sadece olan. Var olan. Var olanla, olan aynı şeyler midir? Değildir.
Etrafınızdakilerle itişip kakışmayın desem içi boş kalıcak, ama demek istediğim daha başka bişey. Huzur aslında biraz. Huzur neyle gelir derseniz? İşte o biraz karışık daha doğrusu değişken. Herkese göre başka. Kimisi didişerek bulur huzuru o zaman didişin ne ala. Ama bi durun, daha doğrusu durmayın ve ısrarla yaşayın ve tecrübe edin ki bilelim neymiş huzur, nerdeymiş?
Huzur, tuhaf bir kelime aslında. Hani sanki sakinlik mi demek huzur. Ya da sakinlik tam olarak nedir ki? Sanırım huzuru biraz deşmek lazım.
Nedir yani; sakince dinlenmek? Alışveriş yapmak gönlünce? Çocuk sevmek? Uyumak? Uyanmak? Durmak, hiçbir şey yapmamak? Çok şey yapmak? Kanıtlamak? Takdir görmek? Sevdalanmak? Dağılmak?
Hangisi?
Var mı böyle bir şey? Yok sanırım. Tam cevap bende de yok. Ama çekip gitmek mi diye düşünüyorum bazen ve sonra yine çok klişe bir yere geliyorum; kendinle birilikte nereye kaçacağın fikrine.
Hopp döndük dolaştık ve iç huzura mı meylettik yine? E sanki öyle gibi.
Allah olabilir mi huzur? Allah olduğuna inanmak, öbür dünyaya inanmak. Hopp bi dakika, o zaman ana kelimemiz inanmak mıdır yoksa? İnanabilmek. Savrulmamak mıdır? Yoksa cehalet midir cidden huzur? Düşünmemek, karıştırmamak mıdır?
Vicdan olabilir mi? Vicdan rahatlığı, iyi insan olma fikri huzuru mu getirir beraberinde?
E ama ben o kadar çeşit iyi insan gördüm ki? Yani şu daha doğru olucak sanırım kendinin iyi olduğunu düşünen o kadar çok insan gördüm ki. Koskoca bir kandırmacanın içindeyiz mesela bu konuda da. Evlerimizde oturup en yakınlarımızla “iyi insanım ben” terapisi yapıyoruz hepimiz. İkna ediyoruz bir birimizi. Yani aslında hepimiz iyiyiz ama sadece o tecavüzleri yapan, cinayetleri işleyen insanlar kötü di mi? Çünkü öyle adaletsiz bi dünyadayız ki birileri süper iyi yaratılmışken birileri de süper kötü. Gerçekten inanıyo musunuz buna?
Huzur o insanların yaptığı tüm eylemlere ters bişeyse temelde yok mu onların hayatında sizce huzur? Mümkün mü böyle bişey?
İnsan ak ve kara mı yani? Dünya ak ve kara mı? Tek renk mi? Mümkün mü bu tenlerimiz bile bir sürü renkken nasıl yüreklerimiz iki renk olsun koskoca dünyada.
İyiler ve kötüler.
Huzuru bulanlar ve bulamayanlar.
Bu durumda iyi insan değilsiniz kusura bakmayın. Telkinlerden de sıyırın kendinizi. İçinizde en az ak kadar karanız da var. Tüm imalarınızda, tüm dedikodularınızda, tüm sevgilerinde, tüm yardımlarınızda, tüm acımalarınızda. Hepsinde görebilirsiniz karalarınızı. Akları görmeye gerek yok zaten. Onlar da tıpkı kelimeler gibi bulur zaten yolunu.
Şimdi huzuru bulalım, bir partide, bir bakkalda, bir dudakta, bir içte. Sizde. Sizin içinizde. Bir akta, bir karada.
Huzurlu günler. Sevgiler.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Kelimeler akar...

Aslında harfler dökülürken kağıda kendi yollarında ilerler. Kendi yolunda ilerler..yazanın yolunda ilerler. Kimisi betimlemedir mesela, kimisini karmaşa, kimisini dinginlik, kimisini vesaire vesaire tanımlar. Akar gider kelimeler kendi yolunda.
Mesela yazarken yapılan kelime tercihleri…onlarda yazanla bağlantılıdır. Geçmişini niteler. Kelimeler casustur aynı zamanda. Nereye gider, nerden gelir, kimdir…fısıldar aslında duyan kulaklara.
Kelimelerdir dolu dolu anlatan tatil anılarını ya da aya çıkıp da neler yapacağımızı.
Bilimdir kelimler, sanattır, felsefedir.
Şiirdir en önemlisi. Duygudur yani.
Ve tabi küfürdür, cehalettir.
Tanımlamadır tüm bunlar, tanımlar bizi ve sizi. “Sayın” der kimisi, kimisi “canım”. Mesafedir kelimeler. Mesafesizliktir, samimiyettir, samimiyetsizliktir.
Nefrettir, beladır.
Aşktır.
Acıdır. Ölümüdür sevdiğinin. “Ciğerim yanar”dır kelimeler.
Amadır, belkidir.
Aşağılamaktır kelimeler, aşağılanmaktır. “Ne işe yararsın ki sen”dir.
Acımaktır kelimeler, “yazık”tır. Acımaya haykırmaktır. “lanet olsun”dur.
Akıp gider kelimeler kendi yolunda.
Ve bazen yoldan sapar kelimeler. Üzendir, kahredendir. Duvarlara çarpıp çarpıp geri döner kelimeler. Dibe vurandır. Offf diyendir.
Allah’tır kelimeler. Yücedir. İnsandır. Sadece şevkattir. Yazandır. Yazanın ruhudur.

17 Kasım 2009 Salı

Modern hapishaneler – İşyerleri

Neden hapishane olarak niteliyorum ki işyerlerini? Şöyle ki; evet elbette çalışıyoruz, çalışmak durumundayız ve bu emek sonucunda hayatta kalabilmek için bir miktar para kazanıyoruz. Ama olaya biraz daha başka bir yerden bakmaya çalıştığınızda işyerleri aslında modern hapishaneler diyebiliriz.
Hangimizin yaptığı iş gerçekten her anı dolu dolu olan ve çalışılmayan bir an bile olmayan bir iştir ki. Yani şunu demek istiyorum. Her sabah genel olarak 6 gibi kalkan çalışan sınıf, hiç sekmeden işyerlerine gidiyorlar. Bir önceki gece ister çocuk sabaha kadar uyumamış olsun, ister sabaha kadar başınız ağrımış olsun siz o dört duvar arasında olmak zorundasınız. Bu da yetmez eğer bir gün izin kullanmak istiyorsanız bunun haklı bir izin olduğuna ilgili ya da ilgisiz herkesi inandırmanız lazım yoksa durduk yere güvenilmez kişi oluverirsiniz.
Neyse sabahları gideriz işyerlerimize, sonra akşama kadar işin yapısına göre ya masa başında ya da başka türlü işimizi yaparız. Diyelim ki o gün öyle bir gün ki 4 gündür deli gibi çalıştınız ve o gün bir işiniz yok, ters gidebilecek bir durum da yok, bütün gün öylece duracaksınız o masada, o duvarların arasında. Başka bir şansınız yok ki. Siz oradaki saatlerinizi satıyorsunuz çünkü işyerine. Ne kadar verimli olduğunuzu değil. Ben daha az sürede bu işleri halledebilirim sonrasını da bana verin deme şansınız yok. O zaman şöyle diyebilir büyük patronlar. O zaman daha fazla iş yap. Sana daha fazla iş verelim. Yani sen iyi iş çıkardın için bir nevi tekrar işle ödüllendirilirsin.
Ne tuhaf…
E bu durumda. Şöyle bir sonuç çıkıyor. Akşam çok kötü bir gece geçirmeme rağmen her sabah hiç sekmeden işime geliyorum. Ve hiç sekmeden her gün aynı saatte evime dönüyorum. Hiç sekmeden derken mesailer olabilir tabi ama onlar olacak tabi ki. Onlar işin bir parçası.
Peki şuna ne dersiniz ben de hayatın bir parçasıyım ve öylece bensiz akıp gidiyor dışarıda. Bense her çalışan gibi modern hapishanemin lüks duvarları arasında vakit dolduruyorum hem de kendi vaktimi, ömrümün vaktini. Buna ne demeli?
Diyelim günlük sadece hafta içi halledebileceğiniz insani bir işiniz var. Kaç çalışan bunun için izin isterken mide krampları geçirmez. Off ya nasıl söyleyeceğim elektriği açtıracağımı? Ya da nasıl halledeceğim şu çocuğun okul işini? Ne tuhaf. Bazıları sizden süperman ve women olmanızı bekliyor. Hem sabahtan akşama kadar iş yerinde durmalıyım, hem işlerimi izin almadan halletmeliyim hem de mümkünse hiç hasta olmamalıyım. Hele yorgunluk falan hiç olmaz o iş.
Yani özetle işiniz olsun ya da olmasın siz o duvarların arasındaki saatleriniz satıyorsunuz iş verene o yüzden hiçbir yere gidemezsiniz, üzgünüz.
Size iyi çalışmalar.